Bu yazının başlığı "Yeşil Sol Parti’ye Oy Verilir mi?" idi. Ancak meramımı anlatırken kapsamı genişleyip "tarihe not düşme"ye dönüşünce, bazı arkadaşların "şunu da yaz" önerilerini dinleyip bolca manşetlik eklemeler de yapıp yazının başlığını güncelledim.

Buyrun...

"Yeşil Sol Parti’ye Oy Verilir mi?"

Bundan 2 ay önce bana bu sorulsaydı, “Aman, uzak olsun…” derdim. Ama şimdi durum biraz değişik…

“Aman, uzak olsun…” derdim, çünkü Yeşil Sol Parti’deki arkadaşların birçoğu ile geçmişte birlikte mücadele ediyorken, bazılarının bana doğru gelmeyen siyasal tutumları nedeniyle aramıza dağlar girdi.

Hepimiz ÖDP içindeydik, kabuğumuzu kırmak için bir şeyler yapmalıyız derken, olaylar gelişti… Anlatayım…

1996’da kurulan ÖDP, “birleşelim, geçmiş aidiyetlerimizi aşalım, harmanlanalım” söylemleri ile farklı aidiyetlerden sosyalistleri bir araya getirmişti. 2003’te ... ben de ÖDP’ye katıldım. Benim gibi bireyler kendimizi, geçmişimizi aşıp geldik yeni ve özgürlükçü bir sol inşa etmeye ama ÖDP içindeki bugünkü Sol Parti’yi kuran grup bütün diğer sol grupları partiden uzaklaştırdıktan sonra, eski kimliğine geri dönme kompleksine kapıldı. Halbuki “birleşelim, geçmiş aidiyetlerimizi aşalım, harmanlanalım” söylemlerini en çok dile getiren, ÖDP’nin çimentosu ve lokomotifi olan bu gruptu. Aynı grup ne olduysa ÖDP’nin dinamiti oldu, partiyi paramparça etti, kendileri dahil.

11 Şubat 2007'de ÖDP 5. Olağan Kongre'si vardı. BirGün gazetesi ÖDP’nin kongreye Alper Taş’ın tek başkan adaylığı ile gidileceğini yazdı. Halbuki partide bir uzlaşma, anlaşma yoktu. Benim gibi bağımsız ÖDP’liler bu duruma isyan ediyordu. Alper Taş’ı seviyorduk ama 22 Temmuz 2007’de seçimler vardı. Bu seçimlerde de ÖDP’nin oyu düşerse partinin mecali kalmayacaktı. Eski genel başkan Ufuk Uras en fazla tanınan kişiydi, Alper Taş’ı tanıtmaya vaktimiz bile olmayabilirdi. Ayrıca Alper Taş başkan olursa ÖDP’nin Devrimci Yolcuların partisi haline geldiği tescillenmiş olacak, gerilemeyi durdurma, genişleme ve atılım çabaları boşa düşecekti. 11 Şubat 2007 günü kongrede son anda Ufuk Uras’ın adaylık dilekçesi de divana verildi. Çoğunluğu Devrimci Yol kökenlilerden oluşan ÖDP’de Ufuk Uras 410 oy alarak 371 oy alan Alper Taş karşısında genel başkan seçildi. Mail gruplarında bir arkadaş şivesine takıldı diye Alper kendisinin şivesi nedeniyle başkan seçilmediğine inanıyordu, sanırım bir televiyon röportajında bunu da dile getirmişti. Ama tabii ki hiçbir delege bu nedenle oy kullanmamıştı.

22 Temmuz 2007’de genel seçimler yapılacaktı. O zamana kadar bağımsız adaylık taktiği denenmemişti. 1999 ve 2002 genel seçimlerinde herkes kendi partileri ile seçimlere girmiş, %10 barajı geçilemeyince oylar çöpe gitmişti. Aynı seçimlere bağımsız adaylarla girilse çok sayıda vekil çıkarılabileceği matematiksel olarak ortadaydı. Ancak bunun için bir irade, karar ve adım yoktu.

Seçime birlikte girilse belki %10 barajı bile geçilebilirdi, ancak ayrı ayrı girilince seçmenin önemli bölümü barajı geçebilen partilere oy veriyordu.

2007 seçimleri öncesi, Kürt siyasal hareketi, sosyalist partiler, aydınlar, tüm muhalif güçlerin seçimlere birlikte ortak bağımsız adaylarla girmeleri halinde çok sayıda vekil çıkarabileceği fikri tartışılmaya başlandı, toplantılar düzenlendi. Ben de bu fikrin savunucularından biri olarak ÖDP’nin e-mail grubuna bu konuda yapılan toplantıların duyurularını gönderiyordum heyecanla. Bir gün Alper Taş aradı, “Bizim kendi partimiz var, kendi adaylarımızla gireriz seçime, niye bu toplantılara gidiyorsunuz?” gibi sözler söyledi. Üslubu iyiydi ama sonuçta daralmış, sıkışmış hem kendi partimizin, hem diğer sosyalist güçlerin ve Kürt siyasal hareketinin önünü açabilecek bir taktik hamlenin, yani ortak bağımsız adaylığın örgütlenmesinde kendi yoldaşlarının da bulunmasını takdir edeceğine bundan rahatsız olması hiç iyi değildi. Halbuki o dönemde yaşadığı tüm siyasi krizlere ve ayrışmalara rağmen ÖDP, Kürt siyasal hareketinden sonra en güçlü, en kitlesel, en örgütlü ve en prestijli parti pozisyonundaydı. Ortak bağımsız aday taktiğine mesafeli durmak yerine dört elle sarılsaydı parti krizden çıkar, toparlanır, güçlenirdi. Ama bu arkadaşlar geçmişte de, 2007’de de, şimdi de anlaşılmaz, akıl almaz kararlarla, önlerinde farklı alternatifler, imkanlar olmasına rağmen partilerini zora sokacak hamleler yapmayı tercih ediyorlar.

Benim gibi ÖDP içindeki birçok “birlik yanlısı” arkadaş ise Alper Taş ve arkadaşlarının tutumunu dikkate almayıp hem ortak aday toplantılarının düzenleyicisi olduk, hem de ÖDP teşkilatlarında bu konuda kitlesel toplantılar düzenledik.

Fikir toplumda o kadar heyecan yaratmıştı ki toplantılar tıklım tıklım oluyor, siyasetten umudunu kesmiş, uzaklaşmış birçok insan yeniden heyecanla işlerin ucundan tutmaya başlıyordu.

Solda ortak aday fikrinin geniş kabul görmesinde Ahmet İnsel’in bir yazısı da çok etkili oldu. O da bazı toplantılara katılıp düşüncelerini açıyordu. Şimdi tam hatırlayamıyorum ama ya ortak aday ya da EDP kuruluş toplantılarından biriydi, Ahmet İnsel “radikal demokrasi” vurgusu yaptı. Ben de “Eyvah ortalık karışacak” duygusuyla nezaketsiz ifadelerle “Bu konulara girmenin sırası mı?” anlamında bir şeyler söyledim. Daha sonra o an aklıma geldikçe hep utanç duydum. Sonuçta toplumsal sorunlara duyarlı bir aydın fikirlerini söylüyor, beğen ya da beğenme, katıl ya da katılma nezaketsizlik yapmak hiç hoş değildi. Başkalarının sekterliklerinden yakınırken ben de aynı duruma düşebiliyordum. O zaman tartışmayacaktık da ne zaman tartışacaktık? Ama maalesef o derinlikte konuları hala tartışamıyoruz. Doktriner, kalıplaşmış, ezberlenmiş teorilere iman etmek ya da iman ediyormuş görünmek daha konforlu geliyor. Sanırım bunları tartışmaya ömrümüz yetmeyecek.

Solda ortak aday toplantılarını ne partiler, ne de bilinen sol siyasetçiler örgütlüyordu. Benim gibi çeşitli partilerin tabanındaki ya da bağımsız insanlar örgütlüyor, partiler, örgütler ve şefler uzaktan izliyor, hamle yapacakları ya da çomak sokacakları anı kolluyorlardı. Madem tarihe not düşüyoruz iyilerin de emeklerini anmadan geçmeyelim; Antikapitalist adlı küçük bir dergi çevresi solda ortak aday için deli gibi çalışıyor, imzalar topluyor, web siteleri kuruyordu. Aslında ben onların varlığından rahatsızdım, çünkü işin içinde bir grup, parti vb olursa kıskançlıktan diğer gruplar uzak durabilirdi. Ama o arkadaşlar endişelerimizin yersiz olduğunu gösterdiler, çalışmayı kendilerine mal etmeye, öne çıkmaya çalışmadılar.

Yapılan toplantılara biz kendimiz siyasi temsilcileri, şefleri vb çağırmaya başladık süreci ilerletmek için, çünkü seçim de yaklaşıyordu. Bir toplantıda Ertuğrul Kürkçü de konuşmacıydı. Konuşmasını “Kürt hareketi, 3 sosyalist partiden Ufuk Uras, Akın Birdal, Levent Tüzel’i aday gösterir, olur biter” gibi bir yere bağladı. Herkes dondu. Ara verildiğinde yanına gittim çok saygılı bir şekilde, “Keşke aday ismi zikretmeseydik. Biz daha önceki toplantılarda hiç o konulara girmiyorduk. Ne DTP’nin ne de diğer partilerin iç hukuklarına karışmasak mı?” dedim. Ertuğrul Abi neden böyle konuştuğumu bile sormadan, sanırım söylemek istediğimi yanlış anlayarak bana çok sert yanıtlar verdi. Ardından orada tartışma var sanan Can Atalay koştu parmak sallayarak “Sen kiminle konuştuğunu biliyor musun?” diye bana çıkıştı. Susup uzaklaştık.

Ertuğrul Kürkçü belki de iyi niyetliydi, belki de sürecin önünü açmak istedi, ya da bu konuları kendi aralarında netleştirmişlerdi. Arka planını bilemiyorum. Ama isimler sıralayarak ÖDP'nin içine pimi çekilmiş bombayı bırakmış oldu. Mesela Ufuk Uras isminin bizim o zamanki partimiz ÖDP’de sorun çıkaracağını ben biliyordum. Bana sorsalar bizden Gencay Gürsoy ya da ona benzer tüm partinin ortaklaştığı bir isim aday olmalıydı. Hatta bu gibi isimlerin parti dışında da genel kabul görmesi, desteklenmesi söz konusuydu. Sonuçta Kürkçü’nün dediği oldu, belki DTP ile kendi aralarında bu konuda görüşmüşlerdi. Bütün o heyecanlı, kitlesel toplantıları düzenleyen solda ortak aday inisiyatifi hiç dikkate alınmadan süreç DTP’nin belirleyiciliği ile şekillendi. Biz de zaten bu işin lokomotifinin DTP olacağını, olması gerektiğini hep söylüyorduk, orada sorun yoktu, ama bu kadar bağımsız insan bu iş için seferber olmuşken onları da bu işin öznesi yapmak daha iyi sonuç alınmasını sağlamaz mıydı?

Kürt siyasal hareketi (Demokratik Toplum Partisi / DTP) sonunda seçimlere bağımsız adaylarla katılma kararı aldı. ÖDP kurumsal olarak katılmayınca ortak bağımsız adaylık sürecinin belirleyiciliği en güçlü odak olan Kürt siyasal hareketinin inisiyatifine kaldı. Onlar da 3 yerde Türkiye sosyalist hareketinden 3 ismi, diğer yerlerde de kendi arkadaşlarını bağımsız aday gösterme kararı aldılar.

Aslında Kürt siyasal hareketi, sosyalist partiler ve aydınların birlikte bir platform oluşturarak bu süreci götürmesi daha sağlıklı olurdu. Daha başarılı sonuçlar alınabilir, Baskın Oran/Doğan Erbaş kazası yaşanmaz, başka birçok prestijli isimle daha fazla yerde vekillik kazanılabilirdi. Ama başta ÖDP’deki “istemezükçü” ekibin ve sosyalist hareketteki çelişkilerin de etkisiyle süreç DTP’nin iradesi ve “Bin Umut Adayları” üzerinden şekillendi. İlk defa denemenin tecrübesizliği ile de toplamda 22 vekil çıkarılabildi. (2011 seçimlerinde bu sayı 36’ya çıktı)

ÖDP’den Ufuk Uras, SDP’den Akın Birdal, EMEP’ten Levent Tüzel’e DTP’nin Bin Umut Adayları içinden bağımsız adaylık teklifi yapıldı.

Ondan sonra ÖDP’de kıyamet koptu. Alper Taş ve arkadaşları ÖDP MYK ve PM içinde bu işin olmaması için ellerinden geleni yaptılar. Sonunda geçici çözüm bulundu, ÖDP, İstanbul 1. ve 2. Bölgelerde bağımsız adayları destekleme, diğer yerlerde aday çıkarma kararı aldı. 22 Temmuz 2007’de yapılan seçimlerde Ufuk Uras’ı İstanbul 1. Bölge’den meclise yolladık. Seçim çalışmasında DSİP’li Doğan Tarkan’ın avukat bir arkadaşımızın yüzüne ayran fırlatması gibi sekterlikleri tolere ederek seçimi sağ salim bitirdik.

AHMET ALTAN’A AÇIK MEKTUP

Fethullah Gülen Grubu’nun en güçlü olduğu dönemlerdi. Ak Parti ile aralarından su sızmıyordu. 25 Haziran 2008 günü Ahmet Altan’a bir açık mektup yazdım ve bunu Küyerel adlı mail grubuna da gönderdim. Kısaca şöyle diyordum:

“Taraf, Genelkurmay'ın Türkiye'yi biçimlendirme planını açıkladı, çok güzel. Peki Fethullahçıların da aynı bunun gibi ama çok daha profesyonel bir planlarının olduğunu ve tıkır tıkır işlediğini görmüyor musunuz? Hatta kendinizin de bu planın bir figüranı haline getirilmiş olabileceğinin çelişkisini yaşamıyor musunuz?

Siz şu ana kadar Fethullahçıların "biz İslami bir düzen istiyoruz" dediklerini duydunuz mu? Ya da buna benzer bir ifade... Demezler. Çünkü onlar propaganda yapmaz "sızıntı" yaparlar. Hiç eylem yaptıklarını gördünüz mü? Hayır, çünkü onlar "hizmet" yapar, "sohbet" eder. En orducu, en laik, en demokrat, hatta en Atatürkçü bile onlardır.

Fethullahçılar hiçbir konuda açık vermez. Ne örgütün adı vardır, ne programı, ne hiyerarşisi, ne bir tutanağı. Hepimiz yaşadığımız anın kıymetini bilelim. Dünya tarihine geçecek bir örgütlenmenin "sızıntı" stratejisiyle neler yapabileceğini izliyoruz. Belki de şu ana kadar verdikleri tek açık budur. Sızıntı 1979'dan beri adını bile değiştirmeden yayınlanmaktadır. Evet, "sızıntı" devam edecektir, "zaman"ı gelene kadar...

Bu ülkede dindarlara mı baskı var, dinsizlere mi, Alevilere mi? Sürekli kiliselere, hıristiyanlara saldırılıyor, boğazları kesiliyor. Bu karanlık o sizin bize hoş gösterdiğiniz muhafazakarlıktan da beslenmiyor mu? Tek suçlu milliyetçilik midir?

Sevgili Ahmet Altan bir muhafazakar vatandaşın mektubundan etkilenip solu muhafazakarlarla birlikte olmaya davet ediyorsunuz. Ama milyonlarca insanın yaşadığı tedirginliğin hiçbir meşruiyeti, haklı tarafı yok. Onların hepsi kötü insanlar. Hepsi darbeci... Bakın ben AKP'nin kapatılmasına, vesayet rejimine, yargı darbelerine, baş örtüsü takanların okuma hakkının engellenmesine karşıyım. Ama bunların yanında AKP'ye bir eleştiri getirmeye kalkarsam darbeci, milliyetçi, statükocu oluyorum. Sizden ilham alanlar her yerde hırçınlaşıp saldırıyor, herkesi "Kemalist", "ulusalcı" diye damgalıyor. Damgaladıkları insanlar bu ülkenin yüz akları oysa. Sizden başka demokrat yok mu bu Türkiye'de? Sizin çizginizden ilham alanlar şimdi solu saflaştırmaktan, ayrıştırmaktan bahsediyor. Solu biraz daha bölüp kendine güç devşirme hesapları içine girenler var.

Genelkurmay'ın Türkiye'yi biçimlendirme planı açıklandı, peki ortaya çıkarılamayan, ama yıllardır herkesin hissettiği, oldukça organize bir şekilde büyüyen, ilerleyen Fethullahçı bir Türkiye'yi biçimlendirme planı yok mu? Acaba Taraf'a servis edilenler bu planın bir parçası olamaz mı? Bu servisin üzerine tam da ne güzel denk gelen "Darbeye karşı ses çıkar" eylemi de organize işler olmasın sakın? Tıpkı Cumhuriyet mitingleri gibi... Gazetecilik sadece servis edilenleri yayınlama cesareti, bazı kesimlerin gönüllü tetikçiliğini yapmak mıdır? Merak etmek, kuşkulanmak, araştırmak, altını kazımak, çözümlemek, ortaya çıkarmak, aydınlatmak da gazetecilik ilkeleri arasında mıdır?”

ÖDP’DEN AYRILIK

ÖDP’de sular durulmuyordu. Alper Taş ve arkadaşları Ufuk Uras ve onunla birlikte hareket edenleri partide barındırmamaya ant içmiş gibi markaja başladılar. Halbuki Ufuk Uras’ın adaylığına destek verenlerin de çoğunluğu Devrimci Yol kökenli ÖDP’lilerdi. Onlar da bizim gibi Ufuk Uras müridi oldukları için değil, partilerinin mecliste bir sesi olsun diye, ÖDP bir mevzi kazansın diye, Ufuk Uras ÖDP’nin en tanınan ismi ve genel başkanı diye bu adaylığı desteklediler. Ancak Alper Taş ve arkadaşları hiçbir uzlaşma eğilimi göstermiyordu.

ÖDP’nin mecliste artık bir sesi varken, geçmiş tartışmaları bir kenara bırakıp partiyi büyütmek yerine gerilimi sürdürmek, çelme takmak kabul edilebilir değildi.

Bir kongrede Ufuk Uras, Dario Fo’nun “Başımız dik yürüyoruz çünkü boğazımıza kadar boka battık” sözüne gönderme yaptı. Ve bu göndermeyi partideki diğer grup için söyledi. Ufuk Uras kitaplardan okuduğu, beğendiği sözleri, anekdotları konuşmalarında, yazılarında kullanmayı çok sever. Yerinde kullandıkları çok da iyi olur. Ama kendi partisi içindeki insanlara bu söylenir miydi? Ufuk Uras’a da hem ÖDP içinden hem dışarıdaki soldan çok aşağılayıcı laflar söyleniyordu, buna biriken bir öfkeyi anlayabilirdik, ama herkes kendinden sorumluydu. Bir partinin liderliğine soyunan kişinin tüm partiyi kucaklamaya çalışması gerekmiyor muydu? Partideki aşırı kutuplaşma, ağır sözler ve suçlamalar nedeniyle bizim de gözümüz dönmüş ki o anda bu sözün yanlışlığını fark edemedik. Aradan yıllar geçtikten, kutuplaşma soğuduktan sonra şu an tereddütsüz olarak çok yanlış buluyorum, kendi payıma özeleştiri veriyorum.

Başka bir kongrede de Ufuk Uras kürsüde konuşurken salondaki Alper Taş ekibinden genç bir grup “Kahrolsun ABD Emperyalizmi” diye slogan atıyordu. Çünkü Ufuk Uras Kürt siyasal hareketiyle ittifakı savunuyordu.

Sonuçta parti içi mücadeleler olumlu bir sonuca evrilmeyince Ufuk Uras’la birlikte ÖDP’den ayrıldık. Özgürlükçü Sol Hareket olarak yeni bir sol kitle partisi çalışmalarına başladık.

YENİ PARTİ

SHP, 10 Aralık Hareketi, Alevi örgütlerinin ileri gelenleri ve çok sayıda aydın ile birlikte 13 Mart 2010'da Eşitlik ve Demokrasi Partisi (EDP) kuruldu.

EDP’nin kuruluş toplantılarının birinde mikrofonu alan Doğan Tarkan konuşmasının ortasında beni kastederek “aramızdaki sırıtkan Kemalistler” dedi durup dururken. Ardından mikrofonu alan Aydın Abi (Engin) “Aramızda Kemalist falan yok” gibi toparlayıcı bir konuşmayla Doğan Tarkan’ın provokasyonunu yatıştırdı.

Ahmet Altan’a açık mektubum ve içinde geçen “şimdi solu saflaştırmaktan, ayrıştırmaktan bahsediyor” bölümü Doğan Tarkan’ın hedefi olmamı sağlamıştı. Çünkü o dönemde solun “Kemalist” olan, olmayan diye saflaşması gerektiğini savunuyorlardı. Biz ise İslamcı-muhafazakar iktidara karşı demokrat Kemalistleri de içine alan bir geniş oluşumdan yanaydık. Zaten o nedenle SHP, 10 Aralık Hareketi ve Alevi örgütlerinin ileri gelenleri ile sol bir kitle partisi kurma yoluna çıkmıştık. DSİP’liler bu partinin “anti-kemalist” olması gerektiğini, bunun da açıkça belirtilmesini savunuyorlardı. Çıldırmamak elde değildi. SHP, 10 Aralık Hareketi ve Alevi örgütlerinin ileri gelenleri ile birlikte bir sol kitle partisi kuracaktık, ama ilkelerin başına “anti-Kemalist” olmayı koymalıydık. Biz de “İsteyen Mustafa Kemal rozeti taksın, isteyen Che, önemli olan emek, demokrasi, barış ve özgürlükten yana olunsun” diyorduk.

Doğan Tarkan ve grubunun amacı, yeni kurulmaya çalışılan parti girişiminde Kemalizm üzerinden bir tartışma ve saflaşma yaratıp birkaç kişiyi daha kendi saflarına çekmekti. Aslında kurulmaya çalışılan parti onlara uygun değildi, orada yerleri yoktu, çünkü onlar zaten İngiltere merkezli bir partinin şubesiydiler. Ama sanki kendileri de katılımcı olacaklarmış gibi, her toplantıya gelip, ortamı gerip birkaç genci saflarına katmayı hedefliyorlardı. Ne hikmetse bizim arkasına dizildiğimiz Ufuk Uras ise Doğan Tarkan ve DSİP’lilerin arkasından gidiyordu. Onların toplantılarının, imza kampanyalarının, söylemlerinin bir numaralı figürü Ufuk Uras’tı.

DSİP her toplantıyı sabote ede ede, birkaç genci ve aydını kendine çekip, yüzlerce insanın parti girişiminden uzaklaşmasına neden olduktan sonra “biz bu işte yokuz" deyip çekildi. En son bir toplantıya gönderdikleri kişi “Neden Ziya Halis başkan oluyor? Neden bir başörtülü başkan değil? Neden bir eşcinsel başkan değil?” diye provokasyona başlayınca yutkunarak sözlerimi içimde tutmayı çok zor başardığımı hatırlıyorum.

Biz sahada böyle boğuşurken Ufuk Uras DSİP’lilerin yörüngesinde, yönlendirmesinde kah “sapına kadar Evetçi” oluyor, kah Nazlı Ilıcak’la “darbe karşıtı” yürüyüşe katılıyordu. (Ufuk Uras o sırada Mersin'de olduğunu, yürüyüşe katılmadığını söylüyor. Uzun zaman geçti, detayı hatırlayamamışım, bu konuda özür dilerim, ama Mersin'de olmasaydı sanırım katılır, DSİP'li arkadaşlarını yalnız bırakmazdı)

“Şeriata karşı oylar CHP’ye” diyerek 1999 seçimlerinde HADEP veya ÖDP yerine CHP’ye oy isteyen DSİP, bütün solcuları Ergenekoncu/Darbeci/Kemalist diye provokatif bir dille yaftalamaya başlamış, çeşitli İslamcı gruplarla iş yapmayı öncelik haline getirmişti. İngiliz Socialist Worker’ın Türkiye şubesi olduklarından ve onlardan çevirdikleri yazılarla yön belirlediklerinden, İngiltere’de islamofobi var diye Türkiye’de de islamofobi karşıtlığı üzerinden bir siyaset kurmaya çalışıyorlardı. Evet İngiltere’de islamofobi vardı çünkü orada müslümanlar azınlıktı, ama Türkiye’de olan islamofaşizm idi. İslamcılar ılımlısından radikaline hem iktidarda hem de toplumun her alanında hakim güç idi. Azınlıktaki bazı bireylerin islamofobik söylemleri baz alınarak “Türkiye’de islamofobi var” deyip buradan siyaset üretilemezdi. Dindarlarla sorunumuz yoktu, ama dincilerle vardı.

Çeşitli ortamlarda bu konudaki fikirlerimi söylediğim, yazdığım, tartıştığım için de Doğan Tarkan bana “Kemalist” demişti o toplantıda. Çünkü dışarıdan bu konuları dile getirenler onlar için tehdit değildi. Ben Küresel BAK, Barışarock, Barışa Pedal aktivisti olarak onların burnunun dibinde yanlışlarını dile getirdiğim için itibarsızlaştırılmalıydım. Yerel toplantılarda, mail gruplarında bunu başaramayınca Doğan Tarkan bizzat kendisi işe el attı.

EDP’NİN ZOR SINAVLARI

Güç bela güzel insan Ziya Halis başkanlığında Eşitlik ve Demokrasi Partisi (EDP) kuruldu. Bu parti %5’lik bile bir potansiyele erişse Kürt Siyasal Hareketi ile ittifak yaparak %10 barajını rahatlıkla aşabilir, Türkiye’de siyasi dengeleri değiştirebilirdi. Hedefimiz, umudumuz, beklentimiz buydu. Ancak 13 Mart’ta parti kurulduktan sadece 2 ay sonra 22 Mayıs 2010 tarihinde sürpriz bir şekilde Kemal Kılıçdaroğlu CHP Genel Başkanı oldu. Deniz Baykal CHP’sinin itelediği ve bizimle birlikte EDP’yi kuran SHP, 10 Aralık Hareketi ve Alevi örgütlerinin ileri gelenleri yüzünü CHP’ye dönüverdi.

EDP kurulduktan 6 ay sonra da 12 Eylül 2010 tarihinde yapılacak meşhur anayasa değişikliği referandumu gündeme geldi. SHP, 10 Aralık Hareketi ve Alevi örgütlerinin ileri gelenleri ağırlıklı olarak çok keskin bir şekilde “Hayır” taraftarı idi. Partideki başta kamu emekçileri olmak üzere önemli bir kesim de "Hayır"cıydı. Ben ve benim gibi birçok arkadaş ise, tıkanmalar olsa da çözüm süreci devam ettiği için, Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkı gibi bazı olumlu maddeler içerdiği için “Hayır” demek yerine “Boykot” tavrının daha doğru olacağını savunuyorduk. Kürt Siyasal Hareketi de “Boykot” dediği ve asıl müttefikimiz olduğu için bu karar daha olumlu olacaktı. Ayrıca partideki kırılmayı önleyebilirdi. Ama ne olduysa EDP maalesef referandumda “Evet” deme kararı aldı.

Bu karar SHP, 10 Aralık Hareketi ve Alevi örgütlerinin ileri gelenlerinden partiye katılanların hızla CHP’ye yönelmesini sağladı. Bugünden bakınca keşke parti her üyeyi serbest bıraksaydı ve kendi ayağına sıkmasaydı diyorum. Çünkü bizim oyumuzla sonuç değişmeyecekti, parti daha yeni kurulmuştu ve 3 eğilimi de barındırıyordu.

Solda “Evet” diyen neredeyse kimse yoktu. Sadece DSİP ve onların örgütlediği “Yetmez Ama Evet İnisiyatifi” vardı. EDP en azından “Yetmez Ama Evet” ifadesinin Ak Parti uygulamalarıyla arasına mesafe koymadığını görüp "AKP zihniyetine hayır, referanduma evet" diye formüle etti kararı. Biz de kendimizi bu formülle teselli ettik, “Yetmez Ama Evet” demiyoruz dedik. Ama önderimiz Ufuk Uras ne yaptı? Bir toplantıda gitti “Ben yetmez ama evetçi değilim, sapına kadar Evet’im” deyiverdi.

Referanduma az bir zaman kala İstanbul’un her tarafına binlerce ve profesyonelce hazırlanmış “Yetmez Ama Evet” pankartları muntazam şekilde asılmıştı. Bu o inisiyatifin yapabileceği, altından kalkabileceği bir iş değildi. Biz de yıllardır pankart çalışması yapıyorduk ama sayılı miktarda pankartı, yılık yamuk belli bazı yerlere ancak asabiliyorduk. Bu işi kesin AKP’liler yapmıştır derken ertesi sabah bir baktık aynı şekilde İstanbul’un dört bir yanı EDP’nin "AKP zihniyetine hayır, referanduma evet" pankartlarıyla donatılmış. Ve o zamanki EDP İl Yönetimi’nde olan benim bile bu olaydan haberim yok. Ya…

Sonuçta referandumdan “Evet” çıktı ve Erdoğan teşekkür konuşmasında DSİP’in de adını saydı.

HALKLARIN DEMOKRATİK ARAYIŞLARI

Tüm sosyalistler, muhalif güçler, mağdurlar, ötekiler, dezavantajlı kesimler birleşince bağımsız adaylarla meclise girilebiliyordu. Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku ile çok sayıda bileşen yan yana gelince muazzam bir güç ortaya çıkıyordu. Seçimlerde biraraya gelen bu güçler neden kalıcı birliktelikler kurmasındı? Artık tüm dezavantajlı kesimlerin yan yana, omuz omuza yürümesinin formüllerini bulmamız gerekiyordu. Ben de bu tartışmaların içindeydim ve tüm dezavantajlı kesimlerin ayrı ayrı değil birlikte örgütlenmesi için birbirleriyle temas etmesi, birbirlerinin sorunlarından haberdar olması gerekir diyordum. Bunun için de partilerin, grupların, tek bir dezavantajlı kesimin yayını yerine, tüm dezavantajlı kesimlerin sesi olan bağımsız bir yayına ihtiyaç olduğunu dillendiriyordum. Kuracağımız site “demokrat” olmalı ama “kendine demokrat” olmamalıydı. Sadece Kürtlerin, sadece Alevilerin, sadece işçilerin vb sorunlarına değil, tüm ezilenlerin ötekilerin, mağdurların sorunlarına öncelik vermeliydi, bu meseleler arasında hiyerarşi kurmamalı, “önceliğimiz Kürt sorunu, Ermeni soykırımına sonra bakarız” gibi yanlışlara düşmemeliydi. Çünkü herkes kendi yarasından kanıyordu ve herkesin kendi sorunu Dünya’nın en büyük sorunuydu. O insanlara “Durun hele önce şu meseleyi çözeceğiz, sonra size sıra gelecek” demek olmazdı. Yıllardır sosyalistler Kürtlere, “Önce devrim olsun, sonra Kürt meselesini de çözeceğiz” diye yaklaşmıştı. Artık, Ermeniye, Aleviye, LGBTİ’lere, Süryanilere ve diğer tüm dezavantajlı kesimlere böyle yaklaşmamalıydık.

Bu düşüncelerim etrafımdaki arkadaşlar tarafından da teşvik edilince grafik-tasarım işleri yaptığımız küçük bir ajansımız varken, tüm dezavantajlı kesimlerin sesi olma iddiasıyla, kendine demokrat olmayan haberler mottosuyla 14 Ocak 2011’de Demokrat Haber sitemizi yayın hayatına başlattık.

Buna benzer fikirlerin siyasi alandaki yansıması olarak da 15 Ekim 2011’de Halkların Demokratik Kongresi (HDK) kuruldu. Ondan tam 1 yıl sonra da 15 Ekim 2012’de Halkların Demokratik Partisi (HDP).

14 Ocak 2011’de Demokrat Haber’in yayınına başlayacağını duyurduğumuz, hedeflerimizi anlattığımız çok sayıda akademisyen, yazar, aktivist büyük bir motivasyonla, heyecanla yazılarını göndermeye başladı. Ama biz yayına başlamadan 1 gün önce Saruhan Oluç aradı. Sanırım o zaman EDP MYK üyesiydi. “Sen kime sordun? Nasıl böyle bir şey yaparsın? Bizim Turnusol diye bir sitemiz var zaten” diye çok sert çıkıştı. Ben sakince, “O ayrı bu ayrı, o siyasi bir çevrenin yayını, ben bağımsız bir haber sitesi kurmak istiyorum, ki tüm dezavantajlı kesimlerden, muhalif çevrelerden insanlar yazabilsin” dedim. Ama Saruhan Oluç hiç uzlaşmaya yanaşmadı, “Konuşalım, tartışalım, başka türlü yapalım” vb demedi. “Ben bunu engellerim, izin vermem, onaylamıyorum” diye kestirip attı. “Ne güzel düşünmüşsünüz, gelin onu şöyle şöyle geliştirelim” falan dese şu an bambaşka bir noktada olurduk.

Tabii ben öyle amirlerin talimatlarına uyacak biri olmadığımdan vaz geçmeyi aklımdan bile geçirmedim, zamanla kabullenir, yaptıklarımızı görünce sakinleşir diyerek ertesi gün yayına başladım. Alper Taş’ın “Ne işiniz var ortak aday toplantılarında” deyişi gibi, Saruhan Oluç da “Kime sordun?” diyordu. Halbuki o bana telefonda köpürürken partinin basın ve iletişim işlerine bakan MYK üyesi Fehim Caculi yanımdaydı, “Ne yapayım adam laf dinlemiyor” diye beni teselli ediyordu. Ayrıca EDP’nin sosyalist ve sosyal demokrat kanatlarının öne çıkan iki ismi Ufuk Uras ve Ziya Halis ile sırf bu konu üzerine özel olarak görüşmüş, fikirlerini almıştık. Ama onlara da bağımsız bir yayın kuracağımızı, amacımızın parti propagandası yapmak olmadığını anlatmıştık. Meğer Saruhan Oluç’tan da icazet almak gerekiyormuş.

YOL AYRIMI

Fethullah Gülen Grubu’nun Ak Parti ile sıkı fıkı olduğu bir dönemdi. İstediklerini uydurma gerekçelerle tutuklatıyorlar, adalet ve yargıyla dalga geçiyorlardı. Artık o kadar ileri gitmişlerdi ki devrimci katili, işkenceci olarak bilinen, Emniyet İstihbarat Daire Başkanlığı yapmış Hanefi Avcı’yı bile Devrimci Karargah üyesi olmakla suçlayıp tutukladılar. Verdikleri mesaj şuydu, “güç bizde artık, istediğimize istediğimizi yaparız”.

Ben de Fethullah Gülen Grubu’nun yaptıklarını deşifre eden çok sayıda yazı yazdım Demokrat Haber’de. Mesela, “Hanefi Avcı’yı Savunmalıyız” başlıklı bir yazı yazdım olayın vehametini göstermek için, bize uzak biri olsa da eğer onun hakkını savunmazsak sıra bize gelecek demek istedim. Açıkçası o dönem her gün tedirginlik içindeydim, bize de gelecekler diye. Arkadaşlara espriyle, “Hanefi Avcı’yı Devrimci Karargahçı yaptılarsa beni de kesin Hizbullah’tan alırlar” diyordum.

Ahmet Şık’ın dediği gibi “Dokunan Yanar”dı. Bunu da özellikle göstere göstere yapıyorlardı ki kimse onlara dokunmasın. O nedenle herkes Gülen’e övgüler düzüyor, birlikte fotoğraf çektirmek için sıraya giriyordu.

Çevremizdeki arkadaşlarının bir kısmının koltuğunun altında bir Taraf gazetesi, yapılan zulümleri görmüyor, bilakis destekliyorlardı. Ateş olmayan yerden duman çıkmaz diyorlardı. Bizden sandığımız Ufuk Uras DSİP’li yoldaşlarıyla bu cenahın önde gidenlerindendi. Ben ise daha 2008’de bu konularla ilgili Ahmet Altan’a açık mektup yazıp uyarmıştım.

Suriye’de iç savaş şiddetleniyor, bizim iç siyasetimizi ilgilendirir hale geliyordu. Kürt bölgelerinde Kürtleri desteklediğimiz için oralarda sorun yoktu. Peki ama mesela Halep’te kimi destekleyecektik? Halep’te Kürtler bile Esad’la ittifak yapıyordu radikal İslamcı, insanlık düşmanı gruplara karşı. Bizim Türkiye’de yan yana olduğumuz, haklarını savunduğumuz Ermeniler, Süryaniler, LGBTİ’ler, ateistler de Esad’ın tarafındaydı orada. Esad çok iyi olduğu için değil, diğer taraf kendilerinden olmayanlara yaşam hakkı tanımadığı için. Ama bizim Türkiye’deki bazı tuzu kuru “yoldaşlar”, tabii ki başta Ufuk Uras sabah akşam “Katil Esad” diye Suriye muhalefetini destekleyen mesajlar atıyordu. Suriyeli devrimciler dedikleri malum kesimler tarafından eğitilen, desteklenen, yönlendirilen insanlık düşmanı radikal İslamcı gruplardı. Ele geçirdikleri kamu binalarının tepesinden devlet memurlarını atıp aşağıda kutlama yapıyorlardı. O gruplar daha sonra Afrin başta olmak üzere birçok yerde Kürtlerin topraklarını işgal etti, insanları katletti.

Artık Ufuk Uras ve onun gibi düşünenlerle yürünecek yolumuzun kalmadığını anladım. Mayıs 2012’de Stockholm ve Kopenhag’ta Ufuk Uras’ın da konuşmacı olduğu iki konferans örgütlemiştik. Konferansın Avrupa ayağını organize eden tanıdığım benim de gelmemde ısrarcı olmuş, ben de bu vesileyle yolculukta Ufuk Uras’la rahatsız olduğum konuları son kez konuşurum diye kabul etmiştim.

Bu seyahatte fırsat buldukça uygun bir dille, kabalık ve saygısızlık yapmadan Fethullah Gülen Grubu’nun yaptıkları ve Suriye konusu başta olmak üzere, kendimce rahatsız olduğum konuları konuşmaya çalıştım. Ancak Türkiye’ye geldikten bir süre sonra Ufuk Uras Twitter hesabından bildiğimiz Aktroll performanslarını sergilemeye başladı. İnadına mı yapıyor acaba diye içimden geçmedi değil, ama o onların doğru olduğuna inanıyordu.

Ben de artık Ufuk Uras ve onun kafasında olanlarla sessiz sedasız, fiili olarak arama mesafe koydum. Demokrat Haber’i sürdürmek daha faydalı diye düşündüm, zaten bağımsız yayıncılık yapmak istiyordum, tam bağımsız olarak buna devam edeyim dedim.

25 Kasım 2012’de Eşitlik ve Demokrasi Partisi ile Yeşiller Partisi birleşti, Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi (Yeşil Sol Parti) kuruldu. Bu partiye üye olmadım. Epeydir memleketime gidemesem de şu an Kuşadası HDP üyeliğim devam ediyor. Yoluma bağımsız bir HDP’li olarak devam ediyorum. Ufuk Uras da Ekim 2019’da Yeşil Sol Parti’den istifa etmiş.

Yeşil Sol Parti birleşmesinde daha önce her iki partide de yer almayan bağımsızlar da bulunmaktaydı. Benim gibi önceden bu partilere üye olup yeni partiye katılmayanlar da. 2016’ya kadar bu parti içinde siyaset yapmaya devam eden Yeşiller'in oluşturduğu “Yeşil Siyaset Platformu” yeşil politikanın temel ilkelerine aykırı siyaset tarzı iddiasıyla 27 Nisan 2016’da partiden ayrıldı. 21 Eylül 2020 tarihinde Yeşiller Partisi adıyla yeniden örgütlenmeye çalıştılar ancak İçişleri Bakanlığı keyfi bir tutumla bu partinin kurulmasını bu yazının yazıldığı Mayıs 2023’e kadar engelledi.

Ve genç arkadaşlar, sakın bu yazıdaki eleştirilerime bakıp umutsuzluğa kapılmayın. Bunları tarihe not düşmek, ders çıkarmak için yazıyorum. Anlaşamadığımız bu mevzuları çıkarınca gerisi iyilik, güzelliktir. Sol bu ülkenin de Dünya’nın da vicdanıdır. Bakın şimdi Ufuk, Alper, Saruhan hepimiz Kılıçdaroğlu için çalışıyoruz. Benim de kimseye kızgınlığım kalmadı. Böyle böyle iyileşiyoruz…

VE SADEDE GELELİM

“Yeşil Sol Parti’ye Oy Verilir mi?” sorusuna yanıt vermek işte bu nedenlerle biraz uzun konu benim için.

Bundan 2 ay önce bana bu sorulsaydı, “Aman, aman…” derdim, benden uzak olsunlar…

Ama şimdi “Tabii ki verilir, hem de seve seve” diyorum…

Bir kere, seçimlere kişisel meseleler üzerinden yaklaşamayız, hepimizin geleceği söz konusu.

Yeşil Sol Parti, bu seçimde Emek ve Özgürlük İttifakı’nın seçime katılmakta kullandığı bir araç. HDP’nin kapatılma davası nedeniyle değerlendirilen bir seçenek. Yeşil Sol Parti’ye oy verince Emek ve Özgürlük İttifakı’na oy vermiş olacağız.

Emek ve Özgürlük İttifakı ise halklarımızın umudu. Birçok sosyalist partinin, Kürt siyasal hareketinin, Ermenilerin, Alevilerin, Çerkeslerin, LGBTİ’lerin, tüm mağdurların, ezilenlerin, ötekileştirilenlerin, dezavantajlı kesimlerin birleştiği yer Emek ve Özgürlük İttifakı.

Bizim için önemli olan bu.

O nedenle seçime Yeşil Sol Parti adıyla girileceği belli olduktan sonra tereddütsüz kollarımı sıvadım. Hemen Yeşil Sol Parti Eş Sözcüsü İbrahim Akın’la söyleşi yaptım. İbrahim Abi’yi zaten tanırım, severim, güvenirim.

Saruhan Oluç da yine Antalya’dan Yeşil Sol Parti adayı. Beni çok zor duruma soktu, ama ileriki zamanlarda birkaç kere haberlerimizle ilgili aradı, o konu şöyle olacaktı vb diye sakin sakin konuştuk. O da tecrübeli bir siyasetçi. Antalya’da olsam ona da çalışırdım. Sonuçta yaşadığımız şeyleri kişiselleştirerek siyaset yapacak lüksümüz yok. Memleket yanıyor. Binlerce insanımız hapishanelere atıldı, binlercemiz yurtdışına gitmek zorunda kaldı. Binlerce insanımız KHK’larla işinden, aşından edildi, bu süreçler nedeniyle hastalandı, hayatını kaybetti. 30 yıldır hapiste olan, cezasını tamamlayan çok sayıda tutuklu çeşitli bahanelerle serbest bırakılmıyor. “Onlar bizden değil, bizim kitlemiz ayrı” diye düşünen varsa, onlara sözüm yok. Zulme uğrayan, baskı görenlerin hepsi bizim insanımız, kardeşimiz, canımız. Oyumuzu ona göre kullanacağız. Bu koşullarda haklı bile olsak bir şeylere kızıp oy vermemek, vekil çıkarması garanti olmayan partilere oy vermek gibi davranışlara girmeyelim.

Keşke adaylar için önseçim, eğilim yoklaması vb yapılsaydı. Ermeni, LGBTİ, vicdani retçi ve diğer mağdur kesimlerden de adaylarımız olsaydı seçilebilecek yerlerden, ama artık diğer vekil adaylarımızın onların da haklarını sonuna kadar savunacağına güvenmek durumundayız. Çünkü bu sorumluluğu üstlenebilecek birbirinden kıymetli başka adaylarımız var.

İbrahim Akın mesela, naif, sıcak, duygusal, insanın gözünün içine bakarak konuşan, samimi bir insandır. Sabırlı, dayanıklı, istikrarlı, kucaklayıcı, kapsayıcıdır. Çok isabetli ve iyi bir adaydır. Keşke onun gibi isimleri adaylar arasında daha çok görsek. Ama maalesef seçmen kitlemizde son zamanlarda ünlü ve popüler insan merakı abartılı bir noktaya geldiğinden, İbrahim Akın gibi emekçi, mücadeleci insanların kıymeti yeterince bilinmiyor.

İbrahim Akın için yazdıklarımı Yeşil Sol Parti Ankara 1. Bölge Adayı Emirali Türkmen için de kopyala yapıştır yapabiliriz. Emirali Abi yıllardır “kutsal kitaplar” basıyordu benim tabirimle. Bazı yayıncılar vardır Türkiye’de, bastıkları kitaplar içerik olarak çok kıymetlidir, tam da bizim meselelere dairdir, ama çok satmaz, para kazandırmaz, piyasa kitabı değildir. Ben bu yayıncılara “kutsal kitap yayıncıları” diyorum. Gerçi Emirali Abi Selahattin Demirtaş’ın yayıncısı olduğundan kitapları artık çok da satıyor ama o hala “kutsal kitaplar” yayınlamaya devam ediyor.

Şırnak’tan gazeteci Ayşegül Doğan, Ankara 3. Bölge’den Metin Kılıç, Kocaeli’nden Ömer Faruk Gergerlioğlu, İstanbul 2. Bölge’den Öztürk Türkdoğan, Urfa’dan Ferit Şenyaşar ve pek çok kıymetli insan Yeşil Sol Parti’den aday.

Bize düşen oylarımızı Yeşil Sol Parti’ye vererek Emek ve Özgürlük İttifakı’nın mecliste en güçlü şekilde temsilini sağlamak.

Bunun için; 1 oy Kılıçdaoğlu’na, 1 oy Yeşil Sol Parti’ye!