Dün akşamüzeri eve dönerken karşılaştık.

Dar kaldırımda yolumu kapatmak için durmuş, beni bekliyordu sanki bu tanımadığım adam. Gülümsüyordu. Kendisine iyice yaklaşınca, acaba başkasına mı gülümsüyor diye etrafıma bakındım. Pek yakınımda kimseler yoktu. Dört beş adım sonra göz göze geldik. Hâlâ gülümsüyordu. Bana birilerini anımsatsa da yanından geçmek için kaldırımdan yola indim. Kendisini bir adım geçmiştim ki, “hâlâ tanımadın mı hocam” dedi. Döndüm. Beni kucakladı. Tanıdık ve eski arkadaşlardan biri olduğuna emindim artık. Kafam allak bullak… Düşünüyordum, ama o gülüşü hiçbir tanıdığın suratına yerleştiremiyordum.

Bir pastaneye oturup sohbet ettik.

1991 yılında Gaziantep’te bir yıl birlikte görev yapmıştık. Aradan yirmi sekiz yıl geçmiş. Yıllar çok şeyler götürmüşse de herkesten, o benim hiç değişmediğimi söylüyor. O sebeptenmiş beni kolay tanıması. Bense onun sadece gülümsemesinin değişmediğini söylemiştim. Ne kadar haklı olduğumu, sohbet ettikten sonra daha iyi anlayacaktım.

2019 yılı 8 Aralık günü yapacağınız bir sohbet konusu, uzayla da başlasa, ottan, böcekten de başlasa, mutlaka dönüp dolaşıp hayat pahalılığıyla koyulaşacağından eminim. Bunu hep yaşarız.

Bu arkadaşımla da geçmişten girdik bugünden çıkmaya çalıştık, ama çıkmanın mümkün olmadığını gördüm. Memlekette hayat pahalılığından çok, her alanda bir hayat zorluğu olduğunu kabul ediyor. Kadın cinayetleri, işsizlik, parasızlık, cehalet gibi konularda hemfikiriz. Ama her şeyi İslam’dan uzaklaşmaya bağlamakta ısrarlı. En çok da, “herkes zekât verirse memlekette fakir kalmaz” sözünü defalarca vurgulamaktan zevk alıyordu. Buna inanarak ve sanki kendisini destekleyen; bilimsel verilerin ışığında ya da güvenilir bir devlet kurumunun tespitleri varmış gibi konuşuyordu.

Ben de her şeyi dürüstlüğe bağlamaya çalışıyordum. Misafire saygı çerçevesinde kalbini kırmayacak bir üslupla bir şeyler anlatmaya uğraştım. Anlıyordum ki, bir tarikata sıkı sıkı bağlanmış, onun siyasi ayağıyla irtibatlı mesajlar veriyordu.

“Müslümanlar zekât verirse fakir kalmaz” demenin ne kadar kolay olduğunu gördünüz işte. Ben yazdım, siz de okudunuz. Ne kolay. Zor olan ise birazcık beyni yorup düşünmektir. “Hırsızlar olmasa, zaten bu kadar fakirlik olmazdı” demek ise biraz beyin işlevi ister. Binlerce yıldır aynı ezberi söylemek beyinleri köreltti. Haydi, biraz çalıştıralım demeye, sorgulamaya ‘evet’ diyebilecek çoğunluk var mı? O zaman biz hangi mantıkla ilerlemekten çağdaşlıktan bahsedebiliriz.

Kişi başı milli geliri kırk bin, elli bin, altmış bin dolar olan İskandinav ülkelerinden hangi birinde zekât var? Hangi birinde fakir var? Ama hepsinin ortak noktası: hiç birinde hırsız yok.

Zenginin her şeyden muaf olduğu bir düzende, zekâtı da fakirin boynuna yıkacaklarından emin olunmalı.

Küçük esnafın verdiği vergiyle, büyük işletmelerin verdiği vergiler karşılaştırılınca, zekâtın kimden alınacağı açıklık kazanır.

Kendi emeği ile kazanıp zenginleşenler, sonradan görmeler gibi har vurup harman savurmazlar. Onlar sadece varlık içinde yaşarlar. Başkasının parasıyla çok kısa bir sürede zenginleşenler ise lüks, şatafat ve israf içinde yaşarlar.

Bu kirli, haram paradan, zekât verseler de almamalı bu fakir Müslüman halk. Ama bunu anlayacak düzeyde mi? Anlasaydı zaten fakirlik kendisine reva görülemeyecekti.

Kirli paranın zekâtı da kirli olur.

Bir tarikat mantığıyla düşünmek ve buna inanmak gerçekten acınılacak bir durum.

Adaletli bir gelir dağılımı sağlandıktan sonra, insanlar zekât da verir, sadaka da verir isterse. İnanıyorum ki, zekât verecek kimse bulamayacaklardır. Sosyal devlet olma kâğıt üzerinde kalmayacaktır, adalet sağlanınca. Hukuk da öyle, eğitim de…

Önce zenginin yatına verilen indirimli motorinin sebebine bakalım: yabancı turistlerin bizi tercih etmesini sağlamak (Elbette ki inandırıcı değil).

Bir de çoluk çocuğunu geçindirmek ve ülke ekonomisine katkıda bulunmak maksadıyla gece gündüz çalışan çiftçinin pahalı motorin satın almasının sebebine bakalım: zenginden alınamayanı fakirden almak.

Bunun da yetmediği belli. Dini duygularla elde avuçta ne varsa her şeyin çok kolay alınabileceği tarikat mühendisliğiyle tespit edilmiş bir ezber…

İnsanlarımızın refahı için, ekonomik gelişmişliğin ve toplumsal huzurun ölçü alınması gerekirse, hangi İslam ülkesini örnek almamız gerektiğine karar vermeliyiz. “Öyle bir ülke yok” diyor gibisin Müslüman kardeşim. Öyleyse, kadın cinayetlerinin olmadığı; milli gelirin otuz binden aşağı inmediği; bir cinayet işlendiğinde sorumluların istifa ettiği; ülkeyi yönetenlerin benim gibi senin gibi bisikletle işe gidip geldiği; emeklisinin dünyayı dolaşabilecek kadar bir refah düzeyinde olduğu; asgari ücretle çalışanların oranının diğer çalışanlara oranının %3 veya % 5 olduğu (bizde % 43); cehalete veba gözüyle bakıldığı (bizde cahillerin ferasetine güven profesörlerin olduğunu unutmadan); gazete, dergi, kitap satışlarının nüfusa oranla bizi yirmiye katladığı bir ülkeyi örnek almak istiyorsun. Anladığını anladım. Ama bunu söylemeye ezberlediklerin izin vermiyor.

O ülke Hıristiyan, Budist ya da Ateist olabilir. Sen onun dinini değil dürüstlüğünü örnek alacaksın. Zekât verecek adam bulamayacak, senin dini duygularınla seni yolmaya çalışan sözde Müslümanlardan kurtulacaksın. Fark edeceksin ki, din aslında dürüstlükle başlar dürüstlükle devem edermiş. Araya, devşirme dini mühendislikler (tarikatlar, cemaatler, lobiler vb.) konduğunda ayırımcılığın ve mutsuzluğun başladığını fark edeceksin.

Umarım fark edersin.

İnşallah fark edersin.