Bir bakıma Türkiye biraz da yanlış trenlere veya bir trenin yanlış vagonuna binip, yolculuk boyunca yani bir hayat boyu pişmanlık içerisinde yaşayan insanların ülkesidir. Bu coğrafyanın insanları yüzyıllardır, hatta binlerce yıldır savaşlara, fetihlere, kayıplara, sürgünlere ve göçlere maruz kaldı, bu tekrar eden deneyimlerle yüzleşti. Ama gerçek anlamda hiçbir zaman mutlu olmadı ve anayurt olarak kabul edebileceği topraklara huzur ve sükûnetle yerleşemedi. Ne demişti Brecht;

tebeşirle duvara yazılmış:
savaş istiyoruz.
ilk vuruldu
bunu yazan

Bir zamanlar bu topraklarda Likyalılar, Lidyalılar, Frigyalılar, Karyalılar ve Truvalıların torunları ile birlikte yaşıyorduk. Binlerce yıl önceden bahsetmiyorum, daha 100 yıl öncesinden bahsediyorum. Bu insanlar (iddia edildiği ve sanıldığı gibi) Yunanlı değillerdi, Doğu Roma resmi dil olarak Yunanca’yı kabul ettiği için orada da burada da Yunanca konuşuluyordu. Sırf Yunanca (Rumca) konuştukları için bu vatandaşlarımızı mübadele ile bir başka ülkeye gönderdik. Bunların arasında Hristiyan olmuş, Rumcayı yabancı bir dil gibi öğrendiklerini söyleyen ve Osmanlı’da “Karamanlı” olarak anılan 200.000 civarında Türk kökenli Hıristiyan vatandaşımız da vardı. Böylece sırf İstanbul’daki 1 milyona varan Rumların nüfusu 100.000’e kadar düştü. Konulan ağır Varlık Vergilerinin hemen ardından Hitler Almanya’sında 9 Kasım 1938 gecesi yaşanan “Kristal Gece” ile birebir benzerlikler gösteren ve adeta oradan kopya edilen 6-7 Eylül 1955 olayları vahşiliği ile bu sayı on binlere kadar düştü. Doğrudan ve dolaylı yıldırma ve bezdirme politikaları devam etti. Şimdi artık İstanbul’da 1500-2000 kadar Rum vatandaşımız yaşıyor. Ve biz buna halen azınlık/mozaik demekte diretiyoruz. Diğer yandan sadece İstanbul’da 3 milyonun üzerinde Suriyeli mülteci bulunuyor ve her geçen yıl Türk toplumuna kalıcı olarak entegre oluyorlar...

Her gün ayrı heyecanlar ve olağandışılıklar yaşanan memleketimizde şu an her şey 31 Mart’a endekslenmiş durumda, 1 Nisan sonrası bizi büyük ve acı sürprizler bekliyor. Zira 2023 yılına kadar popülizm yapıp şirin görünmeye pek bir gerek kalmıyor ve bu yüzden gerçeklerle yüzleşmeye başlayacağız. Atilla Yeşilada’nın hesaplarına göre 1 Nisan itibariyle bankalardaki batık (veya donuk) kredi tutarı 60 milyar dolara ulaşacak. Bu parayı bir yerlerden bulmak durumundayız. Bu da ya yıllarca vatandaşın boğazını sıkmak ya da tekrar IMF’nin kapısını çalmakla olabilir, başka bir alternatif yok. IMF’den de kredi alınabilmesi için IMF üyelerinin en azından %85’inin oyu gerekiyor ve ABD’nin oy hakkı %17. Bir başka ifadeyle, IMF’den para ve kredi talep edebilmek için bile ABD ile ilişkilerin çok iyi bir seviyede tutulabilmesi şart. IMF gelirse elbette tek parti iktidarının tek taraflı olarak yaptığı her türlü israf ve örtülü harcamalara müdahale edecek olması Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi için ciddi bir ikilem teşkil ediyor. Kamu İhale Kanununun yüzlerce defa tadil edilmesi yanında, ancak olağanüstü durumlarda başvurulması gereken davet usulü ihale yöntemi genel kamu ihalelerinin %82’sini teşkil ediyor. Bu kokuşmuş manzarayı sadece biz değil, bu enformasyon ve veri çağında bütün dünya seyrediyor ve biliyor…

Birbiri ardına ilan edilen aflarda kalma oranı %40, ödeme oranı %15. Yani aflardan para gelmiyor. Özhaseki’nin ifadesiyle imar affından 13 milyon katılımcı ve 35-40 milyar lira bekleniyordu. Şimdiye dek 10 milyon kişi katıldı ve hasılat 11 milyar lira. Yani tahsilat yapılamadığı gibi, toplanan para söz verildiği gibi kentsel dönüşüme değil, bütçe açıklarını kapatmaya gidiyor. Türkiye’nin dış borç stoku yaklaşık yarım trilyon dolara dayanmış. Bu yılın Ekim ayına kadar 173 milyar dolarlık borç ödememiz var. Türkiye’de 60 milyon kredi kartı ve toplam 100 milyar lira kredi kartı borcu var. Bu konuda da sonunda devlet adım atmak durumunda kaldı...

Yılbaşından itibaren 3 ay sürecek bir kasırganın içine girdik denebilir... Popülizm, vaatler, kayırmacılık, kutuplaştırma, ayrıştırma ve yalanın her tonu ile hemhal olacağız. Mesela Ulaştırma Bakanının son zamanlarda yaşanan, ciddi ihmallerin neticesi olduğu anlaşılan ve pek çok insanımızı kaybettiğimiz malum tren kazaları için “TCDD’nin kusuru yoktur” hükmünü vermesi gibi. Veya mesela halen TBMM Başkanlığını yürüten Yıldırım’ın bu görevini bırakma ihtiyacı hissetmeksizin, kanun/yasa/Anayasa tanımadan ve sahip olduğu her türlü kamu kaynağını kullanarak İBB Başkan adaylığı seçim çalışmalarına hızla başlaması gibi.

Haruki Murakami şöyle diyor; “Kasırga bittiğinde, bambaşka bir insan olmuşsunuzdur...”