Bir yandan dış güçlerden delicesine korkarken ve aynı oranda da nefret ederken, diğer taraftan tüm doğal kaynaklarımızı ve her türlü finansal zenginliklerimizi yabancıların hizmetine sınırsızca sunan bir ömür törpüsü dönemden geçiyoruz. Artık yavaştan gitmeye yüz tutan iktidar cenahları, rant ve çıkar odakları ve çevreleri, adeta “mal bulmuş mağribi” gibi ve sanki bir işgalci zihniyetine bürünerek, memleketi hunharca yağmalamaktalar...

Bundan bir iki sene öncesinde, göller bölgemizi karış karış gezerken ve uzun zamandır merak ettiğim Salda Gölü’ne doğru yol alırken, her köşe bucakta açılan devasa mermer yatakları dikkatimi çekmişti. Oysa Türkiye’nin tüm bu mermer yataklarından elde ettiği toplam ihracat geliri yıllık yalnızca 300 milyon dolar ve karlılık oranları yerlerde sürünüyor. Salda Gölü ve etrafını gezerken ise, belediyenin bilinçsiz reklam çılgınlığı, “Maldivler” adı verilen kısacık kısımda (40 km’lik göl çevresinin belki 1-2 km’si) binlerce, on binlerce insanın alt alta ve üst üste, genellikle iç çamaşırları ve giysileri ile suya girmeleri, suya kadar yanaşan ve şehir dışından gelen günübirlik tur otobüs ve minibüsleri, otoparklar dolusu özel araçlar, göle gittikçe yaklaşan irili ufaklı butik oteller ve bu otellerden çıkan, gölü dolaşmak, gezmek ve görmek yerine şezlongunu alıp ayaklarının ucunu suya değdirerek günlerce yatıp güneşlenmeyi tercih eden iç turist profili bana birkaç sene sonra nelerin olabileceği hakkında bir öngörü sağlamıştı. Ve gün geldi çattı, (Uzungöl ve Ayder’deki gibi) beklenen kâbus gerçekleşmeye başladı.

Salda Gölü çok özel bir alan, tam 3 milyon senedir hiç değişmeden yaşamını sürdüren son derece ilkel canlılar, planktonik organizmalar bulunuyor. Göl suyundaki beyazlığı ve maviliği veren de zaten ışık görme ihtiyacı duymayan bu yapılar, yani mavi-yeşil algler. Bern Sözleşmesi ile bu canlılar koruma ve kontrol altında. Millet bahçesi çılgınlığı ve milletimizin göle açlık ve acımasızca hücum etmesi neticesinde, zaten ilgi çeken ve insanlara çarpıcı gelen bu renk özelliği de hızla kaybolacak ve proje anlamsızlaşırken, göl bir hiç uğruna öldürülmüş olacak. Salda Gölünün bir başka ilginç ve kendine has özelliği ise, jeolojik yapısının Mars yüzeyi (ve bazı başka gezegen uyduları) ile büyük benzerlikler göstermesi, son zamanlarda yapılan uluslararası çaptaki bilimsel araştırmalar ve dış yayınlar bu gerçeğin altını çiziyor. Mars’ın yüzey özelliklerini taşıyan iki yer bulunduğunu, bunlardan birisinin Kanada’nın kuzey bölgesinde, diğerinin de Salda Gölü’nde olduğu kaydediliyor. 184 metrelik derinliği ile Türkiye’nin en derini olan gölde bulunan magnezyum yüklü beyaz kayaların Mars’ta da bulunduğu ifade edilirken, bu durumun Mars’taki bölgenin de eskiden deniz ya da göl olabileceği ve burada da güneş enerjisi ile kimyasal moleküllerin birleşmesiyle hayatın başlayabileceğini gösterdiği iddia ediliyor.

Bundan 3 yıl önce de DSİ, Salda Gölünü besleyen ve tek tatlı su kaynağı olan Düden Deresine sulama amacıyla gölet inşa etmek üzere gereken adımları ivedilikle atmıştı. Hemen sonrasında önemli oranda kirlikler tespit edilmeye başlanmıştı. Şimdi bu tuhaf ve vahim “Millet Bahçesi procesi” ile ise, çivi çakmanın bile mümkün olmamasının gerektiği alana, dozerler girecek. Bilirkişi raporlarına göre, dağdan göle kadar olan kısımda inşaat faaliyetlerinin yapılması ve devamı ile birlikte, göl ve içindeki canlılar takriben 5 yıl içinde yok olacak. Göl suyuna el ayak bile sürülmemesi gerekirken, şimdiden yılda 400 bin ziyaretçi alan Salda Gölü yakında dozerler, betonlar, çöpler, her türlü insani atık ve kimyasal maddeler ile tanışacak. Göl giderek kararacak ve sevimsizleşecek. Göl ve çevresinde yaşayan 110 tür kuş da kendilerine başka yuvalar aramak üzere ayrılacaklar. Yeşile ve doğaya karşı bu kin niye? Çünkü ‘onlar’ için para her şeydir ve doğa denen varlık iğrenç bir atık yığınından ibarettir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şifahen yaptığı bir konuşma sırasında, ağaçlardan düşen sonbahar yaprakları için “doğa çöpü” ifadesini kullanması, bu bilinç ve bilinçaltını yeterince gözler önüne sermektedir.

Tam dikkatimizi bir yana çevirmişken, doğaya ve yaşayan varlıklara yönelik bu kin dolu tuhaf zihniyet bir başka cennet yöremize saldırmaya başlıyor. Dünyaya dünya dışından sırf tahrip ve yok etmek için gelen uzaylılar gibiler. Bu diğer konu başlığımız ise, Alplerden sonra oksijen oranının en yüksek olduğu “Kaz Dağlarında maden arama ve altın çıkarma faaliyetleri”. Başlık bile yeterince ürkütücü. Üstelik izni veren biziz, yani devletimiz, fakat bahsedilen bu ticari faaliyetlerden getiri sağlayacak olan Kanadalı bir maden arama şirketi. Bu arada, Kanada’nın yüzölçümünün tam yarısının halen ormanlarla kaplı olduğunu ve Kanada bayrağında bir Akçaağaç yaprağı bulunduğunu hatırlatalım. Elin dış gücü, kendi memleketine kıyamıyor ama bizim cennetlerimize gelip talan ediyor, parasını alıp gidiyor, biz de buna sadece göz yumuyoruz, resmi izinlerini veriyor, destekliyor ve ezik ezik alkış tutuyoruz. Doğrusu bu çılgın, vahşi, acımasız, görgüsüz ve zalim düşünce yapısına karşı en kısa süre içerisinde bir ‘Milli Mücadele’ süreci başlatılmalı. Evet, bu ve benzeri maden sahalarını yabancılar işletirken, (beyan ettikleri) kazancın %92’sini alıp götürüyorlar, sadece ama sadece (beyan edilen) bu kazancın ve kârlılığın %8’ini rödövans bedeli olarak devletimize ödüyorlar. Bu %8’lik minik harçlık için, elimizde kalan tüm doğal zenginlikleri, turizm varlıkları ve zenginliklerimizi peşkeş çekiyoruz. Kazdağları Katliamı için şu ana kadar 195 bin ağaç kesildi. BBC’nin haberinde kullandığı görsel ve video materyalleri bu vahim çalışmanın ve projenin boyutlarını gözler önüne serdi. Fakat bu daha başlangıç, yakında Kazdağları kelleşecek, çoraklaşacak. Maden arayan, bulan, çıkaran ise parası ile birlikte evine dönecek. Arama çalışmalarının yabancı bir şirkete ihale edilmesinin nedeni olarak, (ah, maalesef) bu ölçekte bir yerli ve milli madencilik şirketimizin mevcut bulunmaması gösteriliyor. Kanadalı firmanın Türk ortağına ise (kamuoyunda ‘süper teşvik’ diye anılan) 7 yıl süreyle yatırım katkısı vergi indirimi, Gümrük Vergisi muafiyeti, faiz desteği ve KDV istisnası uygulanacağı belirtiliyor. Peki, bu nasıl bir acele, panik ve yangından mal kaçırma duygu ve hissiyatı ile yapılıyor? Bu sorunun cevabını bulduğumuzda, artık çok geç olacak ve iş işten geçecek. Her zaman olduğu gibi, atalarımız doğru demiş; “Türk’ün aklı sonradan gelir…”

Salda Gölü ve Kaz Dağlarına siz Eskişehir’deki Alpu Ovasındaki SİT alanında termik santral inşa etme gayretleri, İstanbul’un Kuzey Ormanlarında 13 milyon ağacın kesilmesi, üçüncü köprü ve üçüncü havalimanı inşaatları ile göçmen kuşların göç yollarının kesilmesi, Artvin Cerattepe cinneti ve bol siyanürlü bakır madeni partileri ile dünyanın 100 doğal ormanından biri olan Kafkas ekosisteminin katledilmesi çabaları, Kırklareli’de bulunan ve Türkiye’de yaşayan 454 kuş türünden 200’den fazlasının görülebildiği İğneada longoz ormanlarında termik santral ve sonra da nükleer santral dikme fikirleri ve çalışmaları, Mersin Akkuyu’da tam on bin yıldır insanoğlunun yaşadığı topraklara nükleer santral inşa edilmesi, Tunceli ile Erzincan arasında yer alan, meşe ormanları ve buzul gölleri ile kaplı, 3.300 metre yüksekliğe ve 60 km uzunluğa sahip olan ve beş milyon yaşındaki Munzur Vadisi Milli Parkının tamamının ‘maden sahası” ilan edilmesi, Atatürk’ün talimatıyla hazırlanan 1939 tarihli “zeytin yasasının” sürekli olarak delinmeye ve değiştirilmeye çalışılması, Kuran’da bile ismi zikredilen zeytin ve zeytin ağacının zavallı ve cahil halka “Yahudi ağacı” olarak yutturulması, bu şekilde Türkiye’deki 170 milyon zeytin ağacının 120 milyonunun zeytinlik vasfından çıkartılarak maden sahası ve imar amaçlı kullanıma açılmaya çalışılması, bilinçsiz kullanım, kasıtlı umursamazlık ve kaçak kuyular ve hele dereler üzerinde inşa edilen HES’ler ile Meke Gölü, Akgöl, Akşehir Gölü, Tuz Gölü, Amik Gölü, Eber Gölü, Tecer Gölü, Sera Gölü ve daha yüzlercesini ya tümüyle kuruması ya da büyük oranda kuruyarak birer bataklık olmaya yüz tutması, on bin yıllık tarihi barındıran Hasankeyf’in, Allianoi antik kentinin bir anda baraj sularına gömülmesi, dahası Apollon Tapınağı, Mamure Kalesi, Sümela Manastırı gibi tarihsel zenginliklerimize layık görülen iğrenç restorasyon denemeleri, Efes Antik Kentinin her bir bölümünün plastik masa ve sandalyeler ile donatılarak kiraya verilmesi gibi sayısız vahametleri de ekleyiniz...

Şu an ne yazık ki elimizden diş gıcırdatmaktan ve bireysel cılız doğa eylemleri düzenlemekten başkası gelmiyor. Bu yerli ve milli talanı, sadece acı, hüzün ve öfke ile izlemekle kalıyoruz...