Bu konuda bir şeyler söylemek biraz da zor geliyor. Ekim ayında üç yıl olacak ki, uzakta olmak, uzakta kalmak üzerine düşünüyor zaman zaman da bir şeyler yazıyorum. ‘Sürgün olmak’, ‘sürgün’ üzerine yazmak kendim ile bir çatışmamı da getiriyor. Sürgün dendiğinde aklıma Yılmaz Güney gelir, Ahmet Kaya gelir. Kendimde sürgüne dair bir şeyler karalarsam sanki bir yerlerden rol çalmış psikolojisi gelir bulur beni. Ama gene de zaman zaman bu konuda bir şeyler yazdım.

Aslında benim anladığım bir konu, bizler uzak olmak, uzakta kalmak, sürgün olmak üzerine daha çok geçmişi konuşmak ve edebiyatını okumak istiyoruz. Bugüne dair bu konuda bir şeyler konuşmak, paylaşmak biraz politik hayat içinde iyi karşılanmıyor. Ya da ben böyle düşünüyorum, böyle olduğu için hani “başka bir ülke”de olmaktan kaynaklı sorunları ve sıkıntıları zaman zaman konuşuruz ancak bizdeki duygu ve psikoloji boyutuna çok da inmek istemeyiz. Sanki bunu konuşmak bir zayıflık belirtisi, ya da bunları konuşmak içinde olduğumuz zorlu mücadele alanında biraz da basitliğe düşmek gibi gelir.

Bunları Paris Kürt Enstitüsü çalışanı Şerafettin Gürbüz’ün hayatına son verdiğini okuduğumda tekrardan düşünmeye başladım. Kürt Enstitüsü’ne birçok defa gittim, kütüphanelerinde kitap bakmak için, Fransız arkadaşlarıma Kürtçe kitaplar almak, yapacağımız bir Kürt film gösterisi için filmler bakmak, zaman zaman da Paris’e gelen bir yoldaşımın ziyaret isteği üzerine. Her gidişimde Kürt Enstitüsü’nün girişindeki büroda kendisi ile karşılaşır, sohbet ederdik. Her defasında “ocakta çay da var” misafirperverliğini hiç eksik etmezdi.

Hele hele bir de uzaklarda bir mekana, büroya, derneğe giderken güler yüz ile karşılaşmak, gittiğinde isteğin, aradığın ne ise sana sıcak tebessümü, ilgisi ile “tu bi xer hati” diyen birisinin olduğunu bilmek çok önemlidir. Biz uzakta olanlar, uzakta kalanlar için bu çok önemlidir. İşte Şerafettin yoldaşım da bu güleç yüzlü insanlardan biriydi. Ha kendisini ne kadar tanıyorsun diyorsanız, onu kendisi için bu karara götüren duygularını, iç çatışmalarını, iç gündemlerini bilmiyorum elbette. Ancak bir insanın hele hele uzaklarda yaşamına son vermesi beni son derece zorlayan durumlardan birisidir.

Avrupa’da yaşamına son veren Kürt Hareketi’nin emekçilerinden Cemal Kavak’ın; “Biz göçmenler Avrupa’da saksıdaki yapay çiçekler gibiyiz” cümlesi aklıma gelir. Hani şimdi Kürdistan ve geldiğimiz Türkiye kentlerinden bakıldığında; “Burada hayat ve mücadele etmek her şekilde çok zor, buradan kurtuldunuz, Avrupa’nın imkanları ile yeni hayatlar, mücadele önünde ne engelleriniz olabilir ki!” deyişlerini duyar gibiyim. Sadece onlara mı anlatmakta zorluk çekiyoruz!

Günün her sabahında kahveni kupana alıp birlikte yaşadığın ev halkı, arkadaşların, ya da sevgilinden uzak, kimseye dokunmadan güne “yarım merhaba”nı diyeceğin bir mekan arayışını da anlatamıyorsun. Günün her sabahında, güne girmek için içindeki yolculuklardan biriktirdiğin müzikler ile bir iç çekiş ve yarım bir “güne merhaba” ile hayata başlamak...

Oysa geldiğin hayat içinde hayalini bile edemeyeceğin güzel bir bahçede, manzarası Pyrenens Atlantiques dağlarını gören – Paulo Coelho’nun bile kitaplarını bu manzarada yazmak için yerleştiği bir coğrafya – şato gibi bir evde kuşların cıvıltısı ile güne girmişsindir. Ama işte bir şeyler olmuyor, bir şeylerin hep eksik kalıyor, ‘uzakta olmak’ tamam da ‘uzakta kalmak’ denen bir duygu içinde isen bunu kimseye anlatamazsın.

“Empati; kurgusal ya da duyusal bir varlık tarafından yaşanan duyguların tanınma yeterliliği, yani bir başka kişinin duygularını, içinde olduğu durum veya davranışlarındaki motivasyonu anlayarak, bunu içselleştirmektir” denir ya, uzaktaki bu hayatımda ben “Empati kurmak” üzerine önceki bilgi ve düşüncemi kaybettim. Yanında, hayatına dokunduğun bir kişi, birey, başka bir duygu ikliminde ise, sen başka bir duygu ikliminde isen onun yaşadığı duyguyu içselleştirmen hiç de kolay bir şey değilmiş.

Buradaki hayatıma dokunan, bana bütün imkanları ile daha kolay ve rahat bir yaşam sunmak için yoğunca emek sarf eden Güzel İnsanlarım var. Her şekilde çok zor olan bir hayatı geride bıraktım, şimdi istediğim her şeyi yapabilme koşullarına sahibim, ama neden ben hala “yarım” ve “tamamlanmamış” olarak duruyorum. Aslı Erdoğan’ın son röportajlarından birinde okumuştum; “Asla ve kat’a dönememek, dünyanın geri kalanını cezaevine çeviriyor,” düşüncesini ben birlikte yaşadıklarıma nasıl anlatabilirim ki! Bu sözün ve de duygunun üzerine “heval kapitalist modernitenin bir amacı da kişileri bireysel hayatlara hapsederek...” ya da “kapitalizmin merkezinde direnmenin de bin bir yolu var yoldaşım...” ya da, ya da... bunlar gibi siyasi ahkamlar kesecekler ile de bunu konuşmak istemem.

Bizim ilk önce yaşananın ne olduğunu kendimiz ile samimi tartışmamıza ihtiyaç vardır, buradan hareketle dokunduğumuz ve hayatı birlikte yaşadıklarımız ile konuşmak... Ancak dediğim gibi ben empati felan beklemiyorum, bir durum tahlilini birlikte konuşabiliriz, birlikte bu duruma dair yapılabilecekler üzerine çözümler sunabiliriz. Sonrasında da “siyasi iklimi” her zaman ağır, siyasi organizasyonlarımız, derneklerimiz, kongrelerimizde bunları konuşabilir duygu yabancılığından çıkmak için ortak/kolektif bir emeğin parçası olabiliriz.

‘Uzakta olmak’ katlanılabilir bir şeydir, ancak ‘uzakta kalmak’ kolay bir duygu değildir.