Temsili demokrasiyle yönetiliyoruz. Yöneticilerimizi biz seçiyoruz, ama onlara biz akıl vermiyoruz. İçimizden birileri olduklarına olan inancımızdan dolayı bizi çok iyi anlayabilecekleri ve bize göre kararlar alacaklarına inanırız. Biz seçtikten sonra onlar kendi mantıklarıyla, kültürleriyle, eğitim gördükleri alandaki yetkinlikleriyle başbaşalar. Her şeyin en iyisini bizim adımıza yapmakla yükümlüler. Görevlerini yürütürken, bir çıkmaza girdiklerinde, tıkandıklarında halktan çözüm yolları istemek zorundadırlar: Halkın geniş bir kitlesi kastıyla, halkın içine inerek; Sivil Toplum Kuruluşlarının görüşlerini alarak; yerel veya genel halk oylamasına giderek… Bunlar temsili demokrasinin gerekleridir. Yani olmazsa olmazlardır.

Gel gör ki, seçimler bittikten sonra seçilenlerin Allah’ın seçilmiş kullarıymış gibi tahta kurularak kendi başlarına buyruk olmaları anlaşılır gibi değil. Doğrusu padişahlık yönetiminden gelmiş olmamız, böyle bir yönetim biçimine bilinçten yoksunca meylimiz normaldir. Yani genlerimize işlemiş olması ihtimali… Ancak insanlar bu çağda ilkel istek ve arzularına değil, bilimsel gerçekler ışığında yürümenin bir zorunluluk olduğunu ispatlamışlardır. Demokrasi de öyle. Daha iyisi bulununcaya kadar bunu uygulamak zorundayız. Yoksa çağdışı kalmanın bir erdem olduğunu sadece cahillere kabullendirebiliriz. Bunu kabullendirmenin kime ne sağlayacağı da belli: Kısa bir süreliğine belli bir zümrenin yönetsel ihtiraslarını tatmin… Sonuç, içeride sefalet varken dışarıya güllük gülistanlık bir görüntü vermek; halk oturacak dam bulamazken, saraylar yapmak; halk adalet yoksunluğundan kendi adaletini kendi sağlamaya çalışırken, uluslar arası adalet vesikalarına imza atıp taraf olmak; politik birlikteliklere güvenerek, askeri güç kullanmaya meyletmek…

Boğazda bulunan yalıların ve köşklerin, Osmanlı’nın çöküş dönemlerinde yapılmasının dışarıya güçlü görünme psikolojisinin bir yansımasıdır. ‘Ekmek yoksa pasta yesinler’ diyebilecek kadar halkın dertlerinden bihaber yöneticilerin asgari ücret tespitleri, çalışanları açlık sınırının altına itmişse; seçilen yöneticilerin halkın yerine karar verme yetkileri sona ermiştir.

Ne hikmetse seçtiklerimiz hiçbir konuda halka danışma ihtiyacı duymazlar. Ya çok mükemmel insanlar seçmişizdir, her şeyden anlayan deha kişilerdir; ya hiçbir iş yapmayıp seçmenleri oyalayıp ihale peşinde geziyorlardır; ya da her şey yaptığını göstermeye çalışan ağzı bol laf yapan birileridir. Sadece bir defa seçilmesinin kendisine yetebileceğini kabullenenler de vardır. Onlar sadece kendi bildiklerini okurlar. Bildiklerinin sadece kendi çıkarları olduğunu da biz biliriz. Bir de dürüstlüğünden politik kabul edilmeyip, listelerde yer bulamayanlar var. Bir elimizde kaç parmak var ki.

Öyle konular olur ki, siz halkın yürüdüğü yolu altınla döşersiniz, halkın menfaatleri toprak yolda olabilir. O altın yolun faydalı olacağı sadece sizin zihninizden kaynaklı emniyetsiz bir fikir olduğunun farkına varamazsınız. Halkı dinleyince, toprağın altından daha değerli olduğunu anlarsınız. Toprağın değerini anlamış olan bir halkın elinde bazen sadece canı kalmış olabilir. Toprakla korkutup, canları sere serpe kullanmaya kimsenin hakkı ve yetkisi olmamalı.

Geçmişi öve öve göklere çıkardıktan sonra bu övgülere kanıp, geleceği geçmiş üzerine inşa etmenin geçmişteki yıkımları ve perişanlıkları da kabullenmektir. Mirasım dediklerinin miras bıraktığı borçlardan kaçınmaya alacaklılar izin vermez. Yüz yıl önce yapılmış hatalardan ders almayarak aynısını tekrarlamanın yeni bir sonuç çıkarabileceğine inanmak, devlet yöneticiliği yeterliğinden uzaklıktır. Geçmişe takılıp kalmak, günü yakalamaya en büyük engeldir. Başlar kumda geçmişi ararken, başımıza örülecek çoraplardan haberimiz olamaz.

Kişisel hataların ve ihtirasların sonuçlarıyla halkı baş başa bırakmanın izahı elbette vardır. Ancak yıkımlarla, kıyımlarla, açlıkla, göçle, zulümle dize getirilmiş bir halkın vereceği cezanın, seçim sonuçlarıyla sonlandırma olarak adalete sığdırmak, adaletsizlikte zirvedir. Halkın çektiği zulme karşılık; birilerinin belediye başkanlığını, milletvekilliğini, bakanlığını ya da başkanlığını kaybetmesini göstermek insanlık suçudur. Yıllarca sefa sürdüğü koltuktan inip başka bir koltukta sefa sürmenin neresinde ceza var. Üstelik ‘Gecikmiş adalet adalet değildir.’

Görünürdeki Suriye’nin yanıltmasına izin vermeyin. Daha nice ülkelerde aynı uygulamaların sürdüğünü görebilmek gerek. Bugün sana yarın bana kadar, hiç uzakta görmeden…

Aslında düzenin insanların eğitim düzeyleri kaynaklı olduğunu bilerek; eğitim düzeyinin ne yönde seyrettiğini tespit etmek hayatidir. Hitler’in bir, sadece bir oy farkla seçilmesinin, bir tek Almanya’ya değil, bütün dünyaya etkisini hiç unutmamalı.

Bir ülkede Anayasanın değiştirilebilmesi için halk oylamasına (referanduma) gidilmesi nasıl ki meclis onayına muhtaçsa; bir ülkenin varlık potansiyeli olan can ve mal kaynaklarının kullanılması anlamına gelen savaş ilanlarının da bir onaya ihtiyacı olmalı. Hem bu kararın temsili olarak yerine getirilmesinin yeterli olamayacağı açıktır. Çünkü söz konusu can olunca, herkes kendi canının hesabını kendisi görür. Kararı da öyle verir.

Politik sebeplerle, yasaların uygun hale getirilip en kısa zamanda referandum yapılması nasıl sağlanabiliyorsa; hayati konularda da çok daha kısa sürelerde referandum gerçekleştirmek zorunluluktur. Emin olunuz ki, bunca belediye ve il genel meclislerine üye seçerken, belediye başkanı, milletvekili ve cumhurbaşkanı seçerken iradesine güvendiğiniz halk, savaş ilanı kararına da aynı isabette karar verecektir. Seçilmişlerin bu konulardaki tavırları, hukukilik, samimiyet ve liyakat durumlarını ortaya koyacaktır. Yok, öyle, işine geldiğinde halkın iradesi, işine gelmediğinde halk ne anlar…

Yoksa siz halk iradesine güvenmiyor musunuz?