Türkiye'de sadece ekonomik kriz yaşanmıyor. Tek adamlık sisteminin fiilen uygulanmaya başlamasıyla, artan baskı ve tehditlerle kendini gösteren siyasi krizden de bahsetmemiz bir hakikat. En son AHİM (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi)'in iç hukuku bağlayıcı kararına rağmen Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala'nın serbest bırakılmamasında görüldüğü gibi hukuk sistemi de meşruiyetini kaybetmiş, adalet hissi tamamen kaybolmuş görünüyor.

Fazla değil, biraz gerilere gidersek; Türkiye'nin Soğuk Savaş'ta ABD emperyalizmine yanaşıp, IMF'ye, Dünya Bankası'na, NATO'ya üyelik başvuruları yapmasıyla, emperyalizme doğrudan bağımlılığının ve gericiliğin önünün açılması, din dersleri, imam-hatipler, Kuran kurslarının pıtrak gibi çoğalması ve Köy Enstitüleri'nin tasfiyesi, aynı sürecin bir parçasıydı. Çünkü Emperyalizmle antikomünizm ekseninde buluşma, içeride ise her türlü sol eğilime karşı gericiliğin önünün açılmasını zorunlu kılıyordu. Özellikle o tarihte toplumun uygar dünyayla tanışmasında önemli bir konuma sahip Köy Enstitüleri bu süreçte antikomünist terörün hedefi haline geldikleri için kapatıldılar.

Türkiye'de soğuk savaşla birlikte devletle Türk sağı açık seçik şekilde antikomünist bir anlaşma inşa etmiş, dinselleşmenin ve ırkçı milliyetçiliğin önü bu anlaşma ile açılmıştı. 1961 Anayasası ile kazanılan nispeten özgürlüklerin etkisiyle 60'ların ortalarından itibaren solun yükselişine paralel bir şekilde, devletle Türk sağının söz konusu anlaşması daha da güçlenerek dinselleşme yoğunlaştı, ırkçı milliyetçilik de silahlı bir güç olarak yapılandırılıp (faşist çeteler) sokağa salındı.

Son 70 yılın tarihine baktığımızda kesintisiz bir şekilde Türk sağının iktidarı olduğunu görürüz. 1950-60 arası Demokrat Parti (Bayar-Menderes diktatörlüğü) tarafından, 1965-71 arası Süleyman Demirlel'in başında olduğu Adalet Partisi tarafından, 1973-80 arası dönemde yaklaşık ara ara beş yıl Milliyetçi Cephe hükümetleri tarafından, 1983-91 arası başında sermayenin, zenginin, sağın yılmaz savunucusu olduğunu kendi tabiriyle açık seçik olarak savunan Turgut Özal'ın olduğu Anavatan Partisi tarafından, 1990'lı yıllarda içinde Anavatan Partisi, Doğru Yol Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi ve Refah Partisi'nin olduğu koalisyon hükümetleri tarafından yönetildiği bilinmektedir. 1999 tarihinden 2002'nin Kasımına kadar başında Bülent Ecevit'in olduğu Demokratik Sol Parti ile Anavatan Partisi ve Milliyetçi Hareket Partisinin koalisyon hükümetini görmekteyiz. Burada bir cümle ile belirtelim ki, üç yıllık bu kısa süredeki Bülent Ecevit'in başbakanlığı döneminin 1973-77 arası nispeten sol ve sosyal demokrat görünümü ile ''Karaoğlan'' lakaplı Eco'dan eser kalmadığı, bilakis devletin en önde sağcı, gerici siyasi parti lideri rolünü iyi üstlenen Bülent Ecevit'i görmekteyiz. (Bu konuda bir örnek vermek gerekirse, 2000 yılı Aralık ayında İstanbul Bayrampaşa cezaevinin helikopterlerle bombalanarak, lav silahları ile onlarca siyasi mahkumun diri diri yakılmak suretiyle gerçekleştirilen katliamda başbakan Bülent Ecevit, Adalet Bakanı ise yine DSP'li Hikmet Sami Türk'tü).

Ülke, 2002'den beri ise siyasal İslamcı, sağcı AKP tarafından yönetilmektedir. Darbe dönemlerine gelince, 12 Mart ve 12 Eylül rejimlerinin de anlayış itibariyle yukarıda sıraladığımız sağcı partilerden bir farkı olmamıştır, hatta bu ara rejimlerde de kendileri fiilen kapatılsalar da bu partilerin fikirleri iktidarda olmuştur. Kısaca, ortada neredeyse 70 yıllık kesintisiz olarak sağ iktidarların ülkeyi yönettiği söz konusudur ve bu 70 yılı Türk sağı ve dini gericiliğinin kendi tarih yazımlarıyla ''muhafazakarların mağduriyeti'' üzerinden anlatmak büyük bir yalan olup, böyle bir şeyi savunmak tarihi gerçekleri ters yüz etmek anlamındadır.

Tarih sınıf mücadelelerinin tarihidir. Türkiye de bu bilimsel tespitten azade değildir. Gerçeği görmek isteyen herkes bunu kabul etmek zorundadır. Türkiye'de devam eden özgürlük, demokrasi, eşit yurttaşlık, her milliyetten halkın temsiliyet hakkı, kadınların özgürlüğü, öğrenci gençliğin akademik demokratik üniversite mücadelesi, topraksız köylünün kendine yetecek kadar toprağını işleyeceği toprak hakkı, temiz su, ve doğayla uyumlu bir çevrede yaşama hakkı gibi en önemli yaşamsal haklar için devam eden sınıf mücadelesinin önünü tıkamak için dini gericiliğin önü açılmış, darbeler yapılmış, siyasi cinayetler işlenmiş, kitle katliamlarına başvurulmuştur. Küçücük kız çocuklarının kafasına türban takılması da, tarikat ve cemaat yurtlarında, dershanelerinde, okullarında gencecik insanların beyinlerine akıl dışı, bilim dışı safsataları yerleştirerek ömürlerinin çalınması da, halkın yoksulluk ve cehalet içinde bırakılması da yine toplumun ileriye, aydınlığa, uygarlığa, kısacası sol değerlere yöneliminin engellenmesi içindir. Sağcı gerici iktidarların bu baskı ve yönetemezliği sayesinde paramız pul olmuş, ülke yoksullar, kadınlar, emekçiler, aleviler, Kürtler, toplumun geleceğini temsil eden gençler için adeta bir cehenneme çevrilmiştir.

 Türk sağının eşitlik korkusu, özgürlük korkusu, aydınlanma korkusu, cehaletin ve yoksulluğun yenilmesi korkusu ülkeyi bugünlere getirmiştir. Çünkü sağ sermaye demektir. Eşitsiz ve adaletsiz bir şekilde büyüme demektir. Sağ, Türkiye gibi geri bıraktırılmış ülkelerde %1'in, %99'u iliklerine kadar pervasızca sömürerek orantısız ( geometrik olarak) zenginleşmesi demektir. Sağın bu yönetim anlayışı nedeniyle bugün Türkiye hızla bir uçurumdan aşağıya doğru düşmektedir.

Tam da bu nedenle içinde bulunduğumuz durumdan çıkış için sola, solun ilke ve değerlerine ihtiyaç var. Solun en temel değeri, doğayla uyumlu bir barıştır, toplumsal eşitliktir, adalettir. Farklı kimlikten halkların ana dil başta olma üzere her türlü ulusal hak ve menfaatlerinin, temsiliyet hakkının tanınmasıdır. Üretilen değerlerin adil bir şekilde paylaşımının kamu aracılığıyla teminat altına alınmasıdır. Sol, açıklık ve şeffaflık içinde hesap sorabilirlik ve hesap verebilirliktir. Herkesin dinini ve mezhebini yani inancını ve inançsızlığını, cinsel eğilimlerini özgürce yaşayabilmesidir. Sol, kadınlara pozitif ayrımcılık tanıyarak, yüzyıllardır süregelen erkek egemenliğine son vermeyi şiar edinir. Sol, kadınlara hayat hakkı tanımayan cinayetlere, eşitliği bir türlü kabul etmeyen her şeye egemen eril dile karşıdır. Sol, ayrımcılığa, ırkların varlığı yalanına dayalı utanmaz ırkçılığa karşıdır. Sol, yoksulluğun doğal olduğuna, böyle gelmiş böyle gider diyen düzenin değişmezliğine biat etmiş olan söyleme de eyleme de karşıdır. Sol, pek çok şeye, duruma, değişmez denilen kadere karşıdır...

Sonuç olarak, günlük yaşamda çokça karşılaştığımız sağ ve sol kavramların içeriğini iyi bilirsek, buraya nasıl geldiğimizi daha iyi anlarız, daha iyi görürüz ve bu bataklıktan nasıl çıkacağımızı da daha iyi anlarız, daha iyi görürüz.

Evet ülkeyi bu duruma baştan beri sağ iktidarlar getirdi, bu bataklığa sağ iktidarlar sapladı.

Gelecek ise solda, solun ilke ve değerlerindedir.