Türkiye’de insan hayatı gerçekten çok ucuz, neredeyse bedava... Geçen gün İstanbul’un göbeğinde bir askeri helikopter düştü, ikisi subay ve ikisi astsubay olmak üzere 4 askerimiz “şehit” oldu. Samandıra’dan kalkan askeri helikopter Sancaktepe Sarıgazi Mahallesinde düşmüştü. Belli ki askerlerimiz sivil zayiatı minimuma indirmek adına ellerinden gelen her şeyi yapmışlar, meskûn mahalde en azından apartmanların arasında boş bir alana düşmeyi başarmışlar, son bir kahramanlık sergilemişlerdi… Elbette her zamanki gibi yurdun farklı noktalarında kılınan cenaze namazlarında ağıtlar yakıldı, “vatan sağ olsun” denildi, “takdir-i ilahi” denildi. Evlatlarını kaybeden ana babalar bu alışıldık sözler ile teskin ve teselli edilmeye çalışıldı...

Oysa gerçekler çok acı… Hiçbir Türkiye Cumhuriyeti vatandaş ve yurttaşının hak etmediği, belki duymak istemeyeceği kadar... Türk ordusu maalesef İsrail’in 2002’de ve ABD ordusunun 2005 yılında envanterden çıkarttığı (hurdaya ayırdığı) “UH-H1” tipi helikopterleri halen kullanıyor ve bu son facia niteliğindeki kaza da yine bu helikopterlerden birinin eseri. Bu helikopterler o kadar eski ki, ABD Vietnam savaşında ve biz Kıbrıs Harekâtında yoğun bir şekilde bu hava araçlarını kullandık ve yararlandık. Muhsin Yazıcıoğlu’nun hayatına kaybetmesine neden olan da yine aynı helikopter. Artık son dönemde neredeyse uçmasıyla değil, düşmesiyle nam salan bir helikopterden söz ediyoruz...

Milli ve yerli sanayimizi inşa etmeye başladığımız bir süreçteyiz, ekonomimizin bu kadar şahlandığı, kimseye minnet etmediğimiz, başta dış güçler olmak üzere tüm dünyanın kıskanarak ve imrenerek izlediği bir ülkeyiz. Üstelik gerçekten de dünyanın en güçlü, köklü ve deneyimli ordularından birine sahibiz. Bu düzeyde bu tür kalıplaşmış ve nasırlaşmış bir cehalet, gencecik Mehmetçikler ve pırlanta gibi gençlerimizi artık dünyanın savaş tarih kitaplarında okuduğu ve savaş filmlerinde izlediği hava araçlarını kullanmaya mecbur bırakarak telef etmek, onurlu bir ülkeye ve millete yakışmıyor...

Ülkemizde insan hayatının ucuzluğunun bir başka örneğini ise dün Gebze’deki viyadük çökme kazasında gördük. Kuzey Marmara Otoyolunun bir parçası olarak Gebze’den geçirilen viyadük (belli ki ciddi bir ihmal neticesinde) çöktü, 5 işçi bu dev beton blokların altında kaldı, üçünün olay sırasında hayatını kaybettiği kesinleşti. Fakat kısa bir süre içinde bu elim haber için “yayın yasağı” çıkarıldı. Allah göstermesin ama herhalde jeofizik uzmanlarının beklediği ve uyardığı büyük bir İstanbul depremi olsa, büyük ihtimalle bu tür yayın yasakları sayesinde, kayıpları, gelişmeleri ve süreci BBC, CNN, El-Cezire gibi uluslararası yayın organlarından takip etmek durumunda olacağız... Aynen Gezi Parkı olaylarında, ülkemizi ziyaret eden yabancı turistler ile birlikte, yapmak zorunda kaldığımız gibi...

Şimdi eğri oturup doğru konuşalım. Bu tür bir faciada, "toplum sağlığı ve ahlakın zedelenmemesi" gerekçesi ile, yayın yasağı konulmasının potansiyel etkileri ve neticeleri neler olabilir... Mesela 5 değil de, acaba 15 veya 25 kişi mi devasa beton bloklar altında kalmış diye merak edebiliriz... Mesela viyadük dışında başka yerler de mi yıkıldı ve hasar daha büyük ölçekli mi diye sorabiliriz... Gebze'de yaşayan bir yakınımız veya akrabamız varsa, ayrı bir endişe duyarız... Ayrıca, olayın failleri mi saklanıyor veya korunuyor, diye düşünebiliriz... (Kaldı ki bu yasaklama kararı ile iktidara yakın ve neredeyse her ihaleyi kısmen veya tamamen alan ve alabilen yüklenici firmaların ticari itibarının korunmasının hedeflendiğini artık kolaylıkla anlayabiliyoruz). Her şeyden önemlisi, devlete karşı güvenimiz azalır ve/veya sarsılır... Sonuçta getirisinden çok götürüsü olan bu tür vahim ve ilkel yasaklama kararları, milli ve toplumsal vicdanı yaralar, zarar verir...

Hazır yayın yasağı demişken, Adıyaman Gerger İmam Hatip Lisesinde 18 çocuğu istismar eden, 15 yaşından küçük çocukların ikisine tecavüz eden Mehmet Sait G.’nin yargılanmasına da yayın yasağı konulmuştu. Karaman’da Ensar Vakfında 10 çocuğun tecavüze uğradığı iddiasıyla soruşturma yürütülmüş, bu çocukların 9’unun tecavüze uğradığı tespit edilmiş, 6’sının tecavüze uğradığı ise adli tıp raporuyla kesinleşmişken ve 3’ü hakkında tecavüz bulgusunun olduğu yönünde de tespit varken de yayın yasağı ile karşılaşmıştık. Bu suç 2002-2015 yılları arasında aralıksız olarak, Ensar Vakfının ev, lojman ve tesislerinde devam etmişti. Karaman’da bir sınıf öğretmeninin iki dini vakıf yurdunda on küçük çocuğa cinsel istismarda bulunduğu davada da benzeri bir yayın yasağı getirilmişti. Bu ve buna benzer pek çok cinsel istismar, taciz ve tecavüz vaka ve davalarında da hemen “yayın yasağı” konulmuştu ve konuluyor. Burada öne sürülen hukuki gerekçe ise; “halkın dini duygularına zarar vermemek”. Yani bir bakıma, himaye altında bulunarak dindar-kindar nesiller yetiştiren bu dini okullar, kurumlar ve yurtlardaki cinsel istismar, taciz, tecavüz vakalarını toplum bilmemeli deniliyor, zira bilmez, öğrenmez ve merak etmez isek, daha dindar ve daha huzurlu bir şekilde yaşayabiliriz...