Aklına, sağduyusuna ve entelektüel dürüstlüğüne güvendiğiniz bir dostunuza, önemli bir futbol maçı bittikten sonra neler düşündüğünü sormayı deneyin bir. Eğer desteklediği takım kazanmışsa, büyük ihtimalle çok keyifli bir maç olduğunu, haklı bir galibiyet elde ettiklerini, izlediği oyundan fazlasıyla hoşnut kaldığını anlatacaktır. Ama eğer bunun tersi bir sonuç ortaya çıkmış ve gönül verdiği takım maçı kaybetmişse, genellikle şuna benzer şeyler duyarsınız: "Karşı taraf sahaya art niyetli çıkmıştı bir kere; oynamayı değil, oynatmamayı düşünüyorlardı. Hakem de tercihlerini sürekli onlardan yana kullandı. Bir kere, yediğimiz gol düpedüz ofsayttı. En az iki penaltımızı vermedi, onların yaptığı kırmızı kartlık hareketleri de görmezden geldi. Rakip seyirci sürekli bizimkileri tahrik etmeye çalıştı zaten, bakalım federasyon bunlara bir ceza verecek mi?" Bu diyaloğun üzerine gitmeyi sürdürürseniz, "federasyonun zaten taraflı davrandığı", "rakip takımlardan birinin şampiyon yapılmak istendiği", "maçın hakeminin art niyetli olarak bu karşılaşmaya atandığı" türünde komplo teorilerine de maruz kalır ve ister istemez "Acaba biz aynı maçı mı seyrettik?" diye düşünmeye başlarsınız. Arkadaşınızın hangi takımı tuttuğu hiç fark etmez. İşin içinde taraftarlık denen virüs varsa, zaten ötekileştirmeye, düşman yaratmaya ve kutuplaşmaya meraklı bir toplumun bağrında büyümenin etkileri, "renk aşkı"ndan bağımsız olarak kendini gösterecektir.

Futbolun, seyir zevki en yüksek takım oyunlarından biri olduğu hep söylenir. (Birkaç küçük şerh koymak kaydıyla, buna hiçbir itirazım yok.)  Hızla çıkılmış bir karşı atak; estetik dolu paslarla çizgiye kadar inen bir kanat adamı; "adrese teslim" denen türden ceza alanına ortalanan top ve buna yapılan isabetli vuruş sonucu atılan gol, elbette izlediğinizde sizi heyecanlandıracak ve keyif verecektir (tabii eğer gol sizin desteklediğiniz takımın kalesine atılmadıysa.) Ayrıntıları çok iyi hesaplanmış taktikler ve oyun stratejileri; bu taktikleri uygulamak için elinden geleni yapan oyuncular ve en beklenmedik anlarda ortaya çıkıp oyunun gidişini değiştiren bireysel yıldızlarla futbol, akıl, beceri ve estetiği buluşturan bir oyundur ve elbette seyir zevki yüksektir. Ama bu seyir zevki bize gerginlik, öfke, fanatiklik ve aklıselimden uzaklaşma gibi yan etkilerle birlikte gelir çoğu kez.

İlk etapta, yukarıda belirttiğim birkaç "muhalefet şerhi"ne açıklık getireyim, sonra devam edelim. Evet, futbol izlemek keyiflidir ama bu sporun küresel yöneticileri ve "yasa koyucuları", bu zevki bazen ıstıraba dönüştüren noktalarla ilgili kural reformu yapma konusunda bir hayli isteksiz ve muhafazakâr görünürler. Sözgelimi, "topun oyunda kaldığı" süre; yitirilen vakitle ilgili hakemin maç sonuna eklediği "uzatma dakikaları"; sonuç lehine giderken zaman çalmayı alışkanlık haline getiren ve bunu "profesyonellik" sayan oyuncularla ilgili, her türlü tartışmayı bitirecek düzenlemeler yapmaktan inatla kaçınırlar. Basketbol maçlarındaki gibi, duraklama anlarında beklemeye geçip, oyuna dönüldüğünde kaldığı yerden işlemeye devam edecek  bir "dakika göstergesi" kullanmaya yanaşmazlar bir türlü. Oysa bunu yapsalar, skor lehineyken en ufak bir darbede kendini yere atıp zaman geçirmeye çalışmanın bir anlamı kalmayacak; oyuncu değişiklikleri sırasında Beyoğlu'nda gezintiye çıkmış gibi ağır adımlarla ve herkesi selamlayarak saha kenarına yürümek, o oyuncunun takımına hiçbir yarar sağlamayacak; kale vuruşlarında topa vurmadan önce enginlere dalıp uzun uzun düşünen kaleciler yalnızca izleyicilerin esnemesini sağlayabilecek. Dolayısıyla,  "zamandan çalma"nın yarattığı stres nedeniyle futbolcuların ve izleyicilerin sinir katsayıları yükselmeyecek.

Kırk beşer dakika yerine, sözgelimi yirmi beşer dakikadan oynanacak iki devre ve top oyunda değilken saymayı durduracak bir saatle bunu sağlamak mümkün. Ama acaba istenen "gerilimin mümkün olduğunca azaltıldığı" bir karşılaşma ortamı yaratmak mı, yoksa bunun tam tersi mi? Benzeri şekilde, on yıllardır tartışıla tartışıla paspas edilen "ofsayt kuralı" hayırlısıyla tümden lağvedilse, her maç akşamı televizyon ekranlarında kerameti kendinden menkul yorumcuların "Durdur, hah, biraz geri al, ağır çekimle oynat, bir de pilot kameradan görelim" teraneleri arasında saatlerce pozisyon tartışmalarından da kurtulacak futbol dünyası. Doğru yönde bir adım olmakla birlikte şimdilik yalnızca "garnitür" gibi görünen VAR uygulaması, basketbolda olduğu gibi "masa hakemleri"ne geniş karar yetkisi veren bir sistemle değiştirilse ve sahadaki hakem yalnızca oyunun düzgün akışını sağlamakla görevli hale getirilse (böylelikle her maç sonrası günah keçisi yapılmasa) elbette seyir zevki çok daha yükselir ve itirazlar, kavgalar, kutuplaşmalar iyice azalır. Ama yine soralım, acaba istenen bu mu, yoksa tam tersi mi?

Futbol, sıradan bir "takım sporu" değil; hiç hafife alınamayacak paraların döndüğü, dünya üzerinde yüz milyonlarca insanın gündemine ciddi etkilerde bulunan, küresel bir "şov sektörü". Bu sektörün damarlarını da, "taraftarlık" dediğimiz virüs besliyor. Futbol izlemek, gerilim demek. Tansiyonun yükselmesi demek. Rakip takımın oyuncu ve taraftarlarının kolaylıkla ötekileştirilip, nefret nesnesi haline getirilebilmesi demek. Bunun için de, oyunun kendi doğası içinde bulunan, yukarıda sözünü ettiğimiz defektler fazlasıyla kullanışlı hale geliyor. Rakip takım futbolcusunun vakit geçirme hilelerine öfkeleneceksiniz; takımınızın yediği her golde hentbol, ofsayt, faul arayacaksınız; verilmeyen penaltılarınızdan yakınıp iyice hırslanacaksınız; size ve takımıza karşı komplolar olduğundan kuşkulanacaksınız. Futbol, neredeyse bir ideolojik mücadele alanı gibi sizi içine çekecek ve kendi yargılarınızı bile sorgulamaz hale geleceksiniz.

Basketbol ya da voleybol gibi oldukça popüler takım oyunlarında da taraftarlık/fanatiklik makası şaşırtıcı biçimde kapanabilir; çünkü taraftarlık denen şey, sahadaki oyuncular değil, onların bağlı olduğu kulüpler üzerinden yürür. Ama futbolun bu alandaki ayrıcalığını teslim etmemiz lazım. Bir kere basketbol ya da voleybolda, "Çok iyi oynadık ama kaybettik / kötü oynadık ama kazandık" gibi beklenmedik durumlar ortaya çıkmaz. Yalnızca şansla ya da bir hakemin bireysel hatalarıyla maç kaybetmez ve kazanmazsınız. Futbol, bu yanıyla diğer tüm sporların önüne çıkar: Sürprizlere açık, üç ihtimalli, her an her şeyin olabileceği, bu nedenle gerilimi tırmandırmaya ve taraftarları bütün bir hafta oyalamaya elverişli, "büyülü" bir oyundur çünkü. Bu büyüyü bozmayı da, endüstrinin içindeki hiç kimse istemez.

Bunların hiçbiri bilinmedik, yeni şeyler değil. "Taraftarlık" denen ruh halinin çoğu kez aklımızla alay edip bizi küçük düşürdüğünü; sağduyu ve nesnelliğimizi kolayca yerle bir ettiğini; adalet duygumuzu yalpalattığını ve anlamsız bir "biz ve onlar" gerilimine sürüklediğini hepimiz biliriz. Biliriz de, nedense bir türlü vazgeçemez, kendimizi bu durumdan arındırmayı beceremeyiz. "Takım aşkı"nı her şeyin üzerine çıkarıp kendini gönül verdiği renklerle tanımlayan ve bu uğurda her türlü kutuplaşmaya kolaylıkla sürüklenebilen "lumpen proletarya"yı kastetmiyorum burada. Asıl aklıma takılan, sağduyulu, eğitimli, adalet duygusu gelişmiş, rasyonel olmasını beklediğimiz insanların, bu girdabın içinde savrulmaktan niçin kaçınamadığı. Sosyal medyada yazdıklarını keyif ve ilgiyle takip ettiğim insanların önemli bir bölümü, taraftarı oldukları takımın galibiyeti/yenilgisi, şampiyonluğu ya da başarısızlığı söz konusu olduğunda, o alışılmış nesnelliklerini, akılcı bakışlarını, adalet anlayışlarını nasıl da kolayca bir kenara bırakıp, tribün fanatikleriyle neredeyse aynı çizgide buluşabiliyorlar. Daha da önemlisi, "alt tarafı bir oyun" olan futbolun, gündemin en ön sıralarında kalmasına katkıda bulunabiliyorlar.

Naçizane, bunun en büyük zaaflarımızdan biri olduğunu düşünüyorum; çünkü o tek yanlı, nalıncı keseri benzeri duygu hali, hayatın diğer alanlarındaki davranış biçimlerimizi de (farkında olmadan) etkileyip, güvenilirliğimizi kolayca zedeleyebiliyor. Bir pazar gecesi, herhangi bir televizyon kanalında, hep bir ağızdan bağrışan futbol yorumcularının oluşturduğu resmin içinde kendinizi görebiliyor musunuz? En önemlisi, bu görüntü hoşunuza gidiyor mu? Bütün mesele burada.