Bundan yaklaşık 42 yıl önce Cumhuriyet tarihinin belki de en gerilimli seçimlerinden biri yaşanmış; ülkedeki politik tansiyon, sandık başına gidilecek 5 Haziran 1977 günü yaklaştıkça tırmanmaya başlamıştı. İki yılı aşkın süredir yönetimde olan "Milliyetçi Cephe" adlı (Adalet Partisi, Milli Selamet Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi ve Cumhuriyetçi Güven Partisi ittifakı) sağ koalisyon toplumdaki kutuplaşmayı alabildiğine hızlandırmış, siyasi ortam da yoğunluğu giderek artan bir şiddetle iç içe geçmişti. "Can güvenliği"nin başlı başına önemli bir talep haline geldiği bu koşullarda MC hükümetinin sağcı terör odaklarını sistemli olarak kayırıp kollamasına karşı toplumun değişik kesimlerindeki tepkiler o kadar yükselmişti ki, karşısındaki tek alternatif olan CHP'nin "Analar, Babalar, Evlatlarınızı Oylarınızla Koruyun" sloganı beklenmedik oranda etkili olmuştu. 5 Haziran akşam saatlerinde seçim sonuçları açıklanmaya başladığında sandıktan Bülent Ecevit'in CHP'sinin galip çıkacağı anlaşıldıkça, İstanbul, Ankara ve İzmir başta olmak üzere birçok şehirde halk sokak ve meydanlara akmış, MC'nin yenilgiye uğratılmasını coşkuyla kutlamıştı.

Aslına bakılırsa, biraz erken bir kutlamaydı bu. Yüzde 41.4 ile çok partili dönem boyunca CHP'nin aldığı en yüksek oy oranına ulaşılmasına rağmen, dönemin seçim sistemi içinde bu yeterli olmamış ve salt çoğunluk için 226 sandalye gerekirken, CHP'nin vekil sayısı 213'te kalmıştı. Elbette bu, değişim isteyen kitleler için büyük bir düş kırıklığıydı ve iki ay içinde "'2. MC" adıyla anılan koalisyon yeniden kurulduğunda (bu kez AP, MSP ve MHP arasında) ülkedeki demokrat kesimlerde iyimserlik ciddi biçimde azalmaya başladı.

Ne var ki, aradan altı ay geçtikten sonra bu kez bir yerel seçimle, dengeler kimselerin ummadığı biçimde yeniden değişecekti. 19 Aralık 1977'de yapılan seçimlerde CHP, oyunu küçük bir miktar da olsa artırarak yüzde 41.7'ye ulaşmış ve büyük kentler başta olmak üzere birçok il ve ilçede belediye başkanlıklarını kazanmıştı. On gün içinde Meclis'te gensoru verildi, AP'den istifa eden milletvekillerinin de olumsuz oylarıyla ikinci MC hükümeti iktidardan düştü ve 1978 başında CHP azınlık hükümeti (her birine bakanlık verilen o "müstafi" milletvekillerinin desteğiyle) Meclis'ten güvenoyu alarak iktidara geldi, yaklaşık 22 ay boyunca da yönetimde kaldı.

Kırk iki yıl önceki siyasi süreci anmamızın bir nedeni var elbette. Mart sonunda yapılacak yerel seçimler yavaş yavaş ülkenin siyasi gündemine doğru "iteklenirken", muhalefet saflarında yine o bildik yapay heyecan boy göstermeye başladı: "İstanbul ve Ankara'yı kaybederse, AKP iktidarı çöker", "Filan anket firmasının verilerine göre İstanbul başa baş; Ankara'da Mansur Yavaş rahat kazanacak", "Mutlaka sandığa gitmek ve oy kullanmak gerekiyor". Benzeri ifade ve çağrıların 31 Mart yaklaştıkça giderek daha da yoğunlaşmasını bekleyebiliriz.

Bu noktada, üzerinde durmamız gereken birkaç önemli soru var. (2015 Kasım'ından bu yana sandık sürecinin kamuoyu gözünde adil ve güvenilir olmaktan giderek uzaklaşmasını, bu yazıda bir kenara bırakıyoruz.) Bu sorulardan birincisi, yerel seçimlerin bir ülkedeki politik dengeleri ciddi biçimde etkileme ve değiştirme olasılığıyla ilgili. Amacı yerel idari birimlerin yöneticilerini belirlemek olan ve bu nedenle hizmet, aday popülaritesi ve güvenilirliği, yerel ihtiyaçların farklılığı gibi parametrelere yaslanan bir seçim, ülkedeki siyasi iktidarı (üstelik genel seçimlerin üzerinden henüz 9 ay geçmişken) zorlayacak, hatta belki değiştirebilecek bir sonuç yaratabilir mi? 1977 seçimleriyle ilgili örneği yukarıya bu nedenle aldık zaten: Genel seçimlerin üzerinden yalnızca altı ay geçtikten sonra yapılan yerel seçimlerden galip çıkan CHP, böyle bir değişim rüzgârını yönlendirmeyi "bir şekilde" başarmıştı. Yani bu durumda ilk sorunun yanıtı, "Evet, mümkündür."

Fazla benzerlik taşımıyor gibi görünse de, bu konuda verebileceğimiz bir başka örnek daha var. 1983 sonrasında "sosyal demokrat" tabana seslenme iddiasındaki en güçlü siyasi yapı olan Sosyal Demokrat Halkçı Parti'nin (SHP) 1989 baharında yapılan yerel seçimlerden hiç de yabana atılmayacak bir yengiyle çıkması, ülkedeki siyasi dengeleri hiç değilse "orta vadede" etkilemeyi başarmıştı. Bir önceki genel seçimlerden yüzde 24 oy oranıyla ikinci parti olarak çıkan SHP'nin ilk ve tek zaferiydi, 1989 yerel seçimleri. Oyunu ülke çapında yüzde 33'e yükselterek birinci parti konumuna yükselmiş, 12 Eylül darbesi sonrasındaki siyasi ortamın "dominant gücü" olarak görülen Turgut Özal'a ilk yenilgisini tattırmıştı. (ANAP'ın bu seçimlerdeki oyu, yüzde 24'te kaldı.) İzleyen dönemde (Turgut Özal'ın cumhurbaşkanı olarak göreve başlamasından sonra hızlanarak) siyasi iktidarı oldukça zorlayacak ve iki yıl sonraki genel seçimlerde alaşağı edecek bir sürecin de ilk adımıydı bu. Yani, bu örneğe de bakarak bir kez daha, "Evet, yerel seçimlerde alınacak sonucun iktidarın elini hatırı sayılır derecede zayıflatması mümkündür" yanıtını verebiliriz.

Bir diğer soru, bugünlerde sık sık yinelenen, "Üç büyük şehir kaybedilirse AKP ciddi biçimde sarsılır" iddiasıyla ilgili olacak. Gerçekten üç metropolde birden yerel seçimleri kaybeden siyasi iktidar, güç kaybına uğrar mı? Yukarıda andığımız her iki örnekte de, yerel seçimlerden galip çıkan parti (1977'de CHP, 1989'da SHP) İstanbul, Ankara ve İzmir belediye başkanlıklarını rahatlıkla kazanmıştı. Belki ters yönde bir örnek olarak şunu da dikkate almak gerekebilir: AKP, 2002'de iktidara geldikten sonra girdiği bütün yerel seçimlerde birinci parti oldu ve İzmir hariç büyük şehirlerde hiç kaybetmedi. (Hatta 1994 ve 1999 yerel seçimlerinde sırasıyla Refah Partisi ve Fazilet Partisi'nin büyük şehirlerde aldığı seçim galibiyetleri de bu tabloya eklenebilir.) Dolayısıyla, her iki yönden de bakıldığında, 31 Mart yerel seçimlerinde AKP'nin üç büyük şehri kaybetmesinin siyasi dengeleri ciddi biçimde etkileyeceği önermesini "doğru" kabul edebiliriz.

Geriye kalıyor, "nesnel ve öznel koşullar". Yukarıda andığımız 1977 yerel seçimlerinde, MC iktidarına karşı toplumda gideren büyüyen birikimli bir tepki söz konusuydu. Yalnızca siyasi şiddet, partizan kadrolaşma ve adalet sistemiyle ilgili güvensizlikten ibaret değildi üstelik bu tepkiler; ekonomik anlamda da MC hükümetleri Türkiye'yi ağır bir darboğaza sokmuş, dar ve orta gelirli kesimlerin hayat standartlarını aşağı çekmişti. 1977'deki hem genel hem de yerel seçimlerde verilen oylar, aynı zamanda bu duruma karşı toplumsal bir tavır niteliği de taşıyordu.

1989 yerel seçimleri için de benzer şeyler söylenebilir: 12 Eylül rejiminin uzantısı olarak görülen ANAP iktidarına olan tepkiler, devlet kurumlarındaki partizan kadrolaşmanın yanı sıra dayatılan ağır ekonomik koşullardan da ciddi biçimde etkileniyordu ve bu nedenle, tam otuz yıl önce yapılan yerel seçimlerde bu koşullar SHP'nin oy patlaması yapmasına, ANAP'ın da güçten düşmesine neden olmuştu.

Devam sorusu: Peki bugün böyle bir siyasi atmosferden ve benzer "nesnel koşullardan" söz edebilir miyiz? 7 Haziran 2015 seçimlerinden bu yana yaşananları alt alta koyup toplarsak (ki hayli kabarık bir yekûn söz konusu burada) bunun yanıtı da, "Evet". Yargı ve adalete güvensizlik, dış politikada birbiri ardına yaşanan tutarsızlıklar, basının tek tip bir "havuza" dönüştürülmesi, dozu giderek yükselen siyasi baskılar ve ekonomik anlamda yaşanan büyük tıkanıklık, dünyanın herhangi bir ülkesinde, herhangi bir siyasi iktidarı yerinden edecek boyutlara çoktan ulaşmış durumda.

Dünyanın herhangi bir ülkesinde... Peki Türkiye'de? Burada "öznel koşul" sorunu çıkıyor karşımıza. yukarıda verdiğimiz örneklere yeniden dönecek olursak, 1977'de CHP, 1989'da da SHP, toplumda oluşan tepkileri konsolide edecek güce ve kadrolara sahipti. Bugünse, muhalefet saflarındaki görüntü pek de iyimser sonuçlar vaat etmiyor. CHP her zaman "devletin kurucu partisi" kimliğine sarıldı ve statükocu yapısını (seksenlerin sonu, doksanların başındaki SHP deneyimi hariç) her zaman korudu. Buna rağmen, bugünkü kadar "sağa kaymış" bir çizgiye ve teslimiyetçi bir stratejiye boyun eğmemişti hiç. İttifak halinde olduğu İYİ Parti için de fazla söze gerek yok; doksanlı yılların "derin devlet" yörüngesindeki kadroları ve MHP'yle yarışacak katı milliyetçiliğiyle, muhalefetten çok iktidar partisine yakın bir "ruha" sahip. Yani bu iki partiden, önümüzdeki yerel seçimlerde toplumsal rüzgârı arkalarına alacak bir çıkış yapmalarını beklemek, biraz fazla iyimserlik gibi görünüyor.

Diğer yandan, bu kez sahnede, yukarıdaki örneklerde hiç değinmediğimiz, birçok yönüyle "game changer" olabilecek güçlü bir muhalif aktör var: HDP. Bugünkü tablo, muhalefetin hayalini kurduğu "İstanbul - Ankara - İzmir galibiyet serisi"nin, HDP'nin katılımı olmaksızın gerçekleşemeyeceğinin ipuçlarını veriyor. Kürt nüfusun yaşadığı illerdeki tartışmasız üstünlüğü bir yana, özellikle İstanbul'da seçim kazanmanın anahtarı, HDP'yle yan yana durmayı başarmak. Böyle bir durumda, dengelerin gerçekten değişebilme olasılığı var.

Aslında "vardı" demek daha doğru belki. CHP'nin İYİ Parti'yle ittifak kurup HDP'yi ısrarla dışlaması, böyle bir "demokrasi cephesi" olasılığını uzun süre önce tehlikeye atmıştı. Buna rağmen HDP'nin tek taraflı bir kararla "büyük şehirlerde aday çıkarmayıp demokrasi güçlerini destekleme" yönündeki adımı, muhalefet için küçük de olsa bir umut anlamı taşıyor.

Son soruya gelelim o zaman: HDP seçmeni, dokunulmazlıkların kaldırılması yönünde oy kullanan; eski eş başkanlarının ve vekillerinin cezaevine atılmasına onay veren; HDP'ye yönelik bugüne dek hiçbir olumlu adım atmayan CHP'nin, pek de "mutabakat" aramadan çıkardığı adaylara oy vermeyi içine sindirir mi? (Hele de Ankara'da eski bir MHP'li olan aday, HDP oylarını talep etmediğini açıklamışken.) Bu sorunun yanıtı bende yok; şimdilik kimsede olduğunu da sanmıyorum. Her zamanki gibi yaşayacak ve göreceğiz.