Konuyu uzatmaya hiç gerek yok.
Biz bu filmi görmüştük.
Kasımpaşalı Tayyip destanının henüz yazılmakta olduğu günlerden beri üst üste seyredegeldiğimiz hoyrat celallenmelerden çok daha öncesinden biliriz.
Erdoğan, bu konuda şirazeden kurtulmasıyla sivriliyor sadece.
‘Van minüt’ şovuyla Ortadoğu ve Balkanlar’ın gözbebeği olmak, kanımca müstakbel presidan’ı böylesi bir ‘gala’ya mahkûm etti.
Kahramanlaştıkça, esip savurdukça ezik milletinin sinesine döneceğine, o sineden daha güçlü çıkacağına inanıyor besbelli.
Türkiye’nin 62 yıldır üyesi olduğu Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi’ndeki konuşması, diplomasi uzmanları tarafından çirkin addedilecekti, ama aynı zamanda içler acısı bir cehaletle köpüklenmişliğini de görmek zorundayız.
Bir zamanların statüko tedhişçisi-demokrasi havarisi olarak AKPM’yi şenlendirmiş olan Erdoğan, sonunda aslına rücu etmişti işte.
Dalga dalga salonu kaplayan asabiyeti, mahcup ya da sıkkın suratlar tarafından hayretle izleniyordu. Nasıl hayret etmesinler? Bir yandan yargı bağımsızlığından söz ediyor, aynı anda savcı diliyle Şık’ın kitabını bomba ile karşılaştırıyordu. Basılmadan toplatılmış bir kitabın bir terör aygıtı, tahrip gücü yüksek bir bomba olarak tanımına Avrupalıları ikna edebilmek gerçekten imkânsızdır. Zaten Tayyip’in ‘Size mi soracağız?’ efelenmesi de fevkalade fuzuli. Elbette soracaksın. Yoksa o Meclis’te ne işin var?
Sahte kahramanlık gösterileri konusunda Tayyip Bey’i ‘Van minüt’ sonrası uyarmıştım: “Davos denen imparatorluk sofrasında ciddi bir tatsızlık çıkarabilmek, katilin yüzüne katilsin diye bağırabilmek kanımca kayıtsız şartsız muhteşem bir eylemdir.
Lakin, gece yarıları havaalanına koşan nümayişçi kitleler yer yutarsa da eloğlu kolay kolay yiyip yutmaz. Dün Davos’takiler, buradaki monşerlerimiz gibi bu işlerin raconunu senden benden iyi bildikleri için ellerini bellerine dayayıp, ama sen de kendine bir bak dememiş olabilirler.
Yine de bir devletin en yüksek erki olarak muadillerinin suratına katil diye haykırıyorsan, senin suratına da aynı şekilde bağrılabileceğini hesaba katman gerek.”
Ama siz de Romanları kovuyorsunuz diyerek kendi sorumluluklarından sıyrılmak mümkün değil. Aynı asabi dille sana sorulacak daha ne sorular bulabilir oradaki parlamenterler.
Fazladan bir uzlaşma çabası içinde Erdoğan’ı sıkıştırmamak için orada Kürt meselesi üstüne hiç soru yöneltilmemiş olması yetmedi elbet, seçim arifesindeki hırs küpü Başbakan’a. Kendisine ‘Allah kabul etsin’ makamından sorulanlara verdiği cevap, Avrupalı parlamenterler için bir kalk borusu olmuştur umudundayım. Sivil itaatsizlik eylemlerine katılan on binlerce Kürt vatandaş ve onların haklı taleplerini itinayla görmezden gelen Avrupa parlamenterleri, demokrasi konusunda hayati adımlar attığına ikna oldukları AKP hükümetinin sivri dişlerini ve fikir özgürlüğü anlayışını çıplak ışık altında görmüştür belki de. Daha doğrusu, diplomasinin sahte kibarlığının ardına saklanıp görmezden gelmeyi sürdürmeleri artık çok zor olacaktır. 

‘Fransız’a gelince
‘Fransız kalmak’ esprisine gelince... Aklı başında bir danışmanı kalmış ise Başbakan’ı bir an evvel uyarmalı. Söylediği basbayağı ayıptır, evet, ama ondan da ötesi, kirli bir ayrımcılığa işaret eder. Başbakan, kankası Berlusconi’ye kızarsa ona rahatlıkla ‘makarnacı’ diye bağıracak, çorbacı Bulgara yüz vermeyecek, vb.
Pekiyi, ya Türkler konusunda toplumlarında yüzyıllardır kullanımda olan kimi lakapları da birisi çıkıp ‘bizim güzel bir deyişimiz var’ diye yüzüne söyleyiverirse savaş mı ilan edilecek?
“Arkadaşımız Fransız galiba, Türkiye’ye de Fransız kaldı” sözlerinin muhatabı, Halk Birliği Hareketi Milletvekili Muriel Marland-Militello, NTV’deki söyleşisinde şunları anlatıyor: “İlk cümlesinin genelde Fransızlar için pek hoş olmadığını anladım. Öyle görünüyor ki Fransız kalmak Türkçede kötüleyici bir mana taşıyor. O an yanıt veremezdim, ama pek de kibar bulmadım. Bu tavrın Avrupa Konseyi içinde hâkim nezaket kuralları ile pek de bağdaşmadığını söylemeden edemeyeceğim. Bir insanı tanımadan onu hor görmezsiniz, herkeste iyi bir yön vardır. Erdoğan bana kibarca ‘evet’ diyebilirdi.”
“Sorum aslında Türkiye lehine bir soruydu, sadece Türkiye’de dini azınlıklara eşit muamele yapılıp yapılmadığını sordum, bana kibarca ‘evet’ diyebilirdi. Bundan Türkiye onurlanırdı. Sayın Erdoğan ya bilmediğinden ya da kötü niyetle hata işledi. Fransa’nın laiklik politikası sadece kamusal alanda her türlü dini simgenin gösterilmemesini öngörüyor. Bir başbakanın bireyi ilgilendiren inanç özgürlüğü ile dinler için tarafsız olması gereken kamusal alanı birbirine karıştırması beni çok şaşırttı. Madem başbakansınız, bir kişiyi yargılamadan önce bilgi edinmelisiniz.”
“Ben anne tarafından Ermeniyim, dedemin adı Seryan Efendi’ydi. Anneannem ve dedem İstanbul Kadıköy’de yaşarlardı. Dedemin bir halı fabrikası vardı, annem ve babam 1915’e kadar İstanbul’da yaşadılar. Annemin adı Madlen’di. 1915 yılının bir akşamı, arkadaşları kapılarını çalıp tehcir edileceklerini söylemiş ve onları kurtarmışlar, kaçmalarını sağlamışlar. Anneannem sadece mücevher kutusunu yanına alıp kaçmış. Ben bugün hayattaysam o gün annem ve ailesini kurtaran Müslüman Türk arkadaşları sayesinde hayattayım. Dedem sadece Türkçe ve Ermenice konuşurdu. Türkiye’den ayrıldıktan sonra dahi Türk olmaktan gurur duyduğunu söylerdi.”
Milletvekilinin İstanbul Ermenisi çıkması da elbette durumu iyice revnaklandırıyor.
Böyle konuşan, böyle düşünen, böyle efelik taslayan bir adamın, sizin hayatınızın ve eşitlik haklarınızın yegâne teminatı olmasını ister miydiniz?
Tüyleriniz ürperdi, değil mi?