Geçen hafta orta yerde yana yakıla ağlama gösterilerinin müellifi, Pennsylvania dolaylarından hizmetler sultanı hocaefendimiz ile Özkök ve gibiler arasında kusturucu bir polemik yaşandı. Tartışmaya ucundan bucağından taraf olanların gürültüsü de üstüne bindiğinde ölen çocukların neden ve hangi koşullarda öldüğüne dair düşünmek, kaygılanmak zorunda kalmadık yüce Rabbime şükürler olsun.
Ve lakin yine Özkök’ün fitilini ateşlemiş olduğu tartışmada tarafların gözyaşı ve salya sümük etrafında toplanıp saf tutmadıkları apaçık ortadaydı elbet. 

Savaş muhibbi
Liberal savaş muhibbi Özkök’ün, şirin ihtiyarlar kervanına katılıp magazinle idare etmeye başlamadan önce de askerinin disiplini ve moral gücü konusunda ortalığı ayağa kaldırdığını hatırlamamak ne mümkün. Sözgelimi şahsen kayda düşmüş olduğum bir yazısında Irak’a askeri müdahaleyi desteklemek adına şu muhteşem bilgi-yorum dökümünü paylaşıyordu vatanperver okuruyla:
“Geçenlerde güvendiğim emekli bir komutandan şu klasik yorumu dinlemiştim. Bu, Amerikan ordusunda da kabul gören genel bir yaklaşımmış. Buna göre, ‘Bir ordu 20 yıl savaşmazsa harbi unutur. 40 yıl savaşmazsa o ülke ordusunu unutur. 60 yıl savaşmadığı takdirde o ülke askerini yıpratmaya başlar.” Bu girizgâhtan sonra yazar, “Ben ülkelerin büyüklüğü konusunda klasik görüşe inanırım. Yani tarihin ilk dönemlerinden beri geçerli olan teoriye” sözleriyle güçlü bir orduya sahip olmanın şart olduğundan dem vurup yazısını Türkiye’nin Irak’a asker göndermesi gerektiğine bağlamıştı. Oysa ordusu savaşmaya doyamıyor, değil 60 yıl, 60 günü bile savaşsız geçirmiyordu. Ama Özkök’ü kesecek değildi elbet öyle ‘düşük yoğunluklu’ itiş kakış.
Nitekim Genelkurmay Başkanı Özel’in şehit cenazesinde ağlamasını hayra yormayacak, ülkenin yıpratmış olduğu bu askerini ibret-i âlem için hepimizin karşısında tembih edecekti. Bir komutana el içinde ağlamak yakışmaz diyordu ezcümle. Ağlamak bir zaaf gösterisiydi ve düşmana da umut verirdi.
Fethullah Efendi Hazretleri’ni yakın zaman önce görmüştük. Şükürler olsun, görmeyeli gözyaşlarından bir damla eksilmemişti. Başbakan’ın kendisine yönelttiği barış çubuğunu kaptığı gibi yine o titrek kameranın karşısına geçmiş, tıkanarak ağlıyor, memleket hasretiyle kavrulan sürgün tablosunu ölümsüzleştiriyordu.
Oysa daha sonra reddetse de, Özkök’e cevabı, gözyaşının onurunu korumaya yönelik sert bir üslup taşıyordu.
Densizlerin, komutanın gözyaşlarına gereken saygıyı göstermemesi hocaefendiyi rencide etmişti.
Kendisi gözyaşları, uzun ağlama nöbetleriyle kendine benzersiz bir iktidar edinmişti ne de olsa. Gözyaşlarının gerekliliğinin ya da samimiyetinin tartışılması hassasiyetini zorluyordu.
Bu topraklarda iktidar sahibi erkeklerin ağlaması konusu, toplumsal yapımızın kördüğümleri üstüne yeterince aydınlatıcı olacaktır. Evde ağlattığı insanların ‘zırlamasına’ tahammül edemeyen, ama bir muktedirin gözyaşları karşısında gönül telleri titreyip kendinden geçen insanların memleketi burası. Kapısının eşiğinde ağlayan bir dilenci ya da evsiz karşısında aynı hissi yükselişi yaşayamayacaktır doğal olarak.
Biz Erdoğan’ı, kendisini hapse yollayan o şiir sandığı berbat manzumeyi okurken gözyaşlarının eşiğinde görmüştük. Kendisinin yeri geldiğinde ne kadar duygusal bir tatlı-sert delikanlı olduğunu biliyoruz vesselam. Ama bütün şov dünyası erkekleri gibi kararınca duygusal, daha çok kendi kibri ve hassas ruhuna ağlayabilen, gözyaşlarını boşa harcamayan bir büyüğümüz olduğunu da. 

Tatlısesgiller!
Delikanlılığıyla kadın-erkek hepimizin gönlünde taht kuran, erkeklik hipertrofisiyle malul, sözgelimi İbrahim Tatlıses türü adamların zorbalıklarını meşru kılabilmek için gözyaşı hamlelerine sıkça maruz kalırız. Âlem içinde kadın pataklayan, burnundan kıl aldırmayan bu tür adamlar zamanı geldiğinde kıllı göğüslerini yumruklayarak gözyaşları döktüğünde bu toplumun içi gider.
Dolayısıyla iyi hesaplanmış gözyaşı hamleleri her zaman işe yarar.
Başbakan’ın gencecik bir delikanlının ölüme gitmeden önce yazmış olduklarını okurken gerçekten boğazına bir yumru tıkanmıştır. O anki halinin, provası gecelerce sürmüş bir sahne olduğuna inanmıyorum. Gözyaşları da sahiciydi muhtemelen. Ama ne önemi var?
Bir kısmı Ergenekon davasıyla tutuklanan kan tacirlerinin kayıp ettiği sevdiklerinin mezarına bile kavuşamadan yıllardır kar demeden yağmur demeden toplanıp devletten hesap soran acılı analar onu ağlatmıyor işte.
Zamanında Türkiye, Irak savaşına katılmasın diye çırpınanları da duygusallıkla suçlamıştı hatırlarsanız. 

Kendilerine acıyorlar
Bu milletin duygusallığın paylaşılabilirliği konusunda gösteri sanatlarıyla kirlenmiş bir belleği vardır. Kimi popüler şahsiyetler, karşılarında kamera görünce, bir empati fazlasıyla gözyaşlarına hâkim olamayıp parsayı toplar. Onların duygu patlamasına can kurban. Meğer ki delikanlılık raconundan nasibini almış, mangal yüreğinin tütmesiyle boşanıveren gözyaşlarına gem vuramamış olsun.
Velhasılıkelam, Başbakan, onun yiğit konuşmaları karşısında gözyaşlarını esirgemeyen Arınç, İstiklal Marşı’nı ezbere okuyan 5 yaşındaki kızın duygulandırdığı Çiçek, şehit cenazesinde ağlayan Genelkurmay Başkanı ve benzeri zevatın samimiyetini tartmak bizim işimiz olmamalı.
Savaş üstüne gözleri hiç yaşarmadan katliam vaaz eden de ağlamaktan nefes alamayan tevazu sultanı da aynı insan.
En çok kendilerine acıyorlar. Duygusal ve hassas bilinmelerinin nedeni budur.
Ama bizim asıl tartışmamız gereken, Uludere’de uçaklarının katlettiği çocuklardan kimisinin PKK’lı olduğunu iddia edip bunu kanıtlama lüzumu bile hissetmeyen, nitekim Başbakan tarafından bu yüce hizmeti nedeniyle teşekkür edilen Genelkurmay Başkanı’nın gözyaşları değildir.
Hissetmemiz, karşısında utanç duymamız gereken gözyaşları her iki taraftan da çocukları ölen ailelerinkilerdir.
Yoksa komutanın ağlaması onun insan olduğunu göstermez. Ağlamaması gerektiğini iddia etmenin kimseyi vatansever göstermeyeceği gibi.