Hiç de adaletli olmayan, hiç de eşit olmayan garip mi garip, ilginç mi ilginç bir seçim yaşadık. Devletin tüm imkanları bir partinin emrinde, o da yetmezmiş gibi son iki seçimde parlamentoda üçüncü olan partinin eş başkanları, on milletvekili ve yüzlerce parti temsilci veya yöneticilerinin tutuklu halde iken ve diğer iktidar muhalifi partilerin seçim çalışmalarına yapılan saldırıların güncel olduğu bir atmosferde 'demokratik' bir seçim yaptık.

Bu halde bile 24 Haziran seçimine başarı denmesini anlamak mümkün değil. Bana göre her türlü baskı ve saldırılara rağmen HDP'nin barajı aşarak parlamentoya 67 vekille girmiş olmasının dışında başarıdan söz etmenin mantığı yok. Düşünelim; milyonları arkasına alan Muharrem İnce ülkenin en önemli sorunu, Kürt sorununun en temel çözüm noktasının anadil olduğunu cesurca dillendirebildi mi? 'Evde konuşulan dilin serbest olması gerek '' diyebildi ürkekçe. İktidarın saldırılarına karşı somut bir duruş sergilenebildi mi? Özellikle İçişleri Bakanının son kışkırtıcı açıklamalarına karşı büyük muhalif parti Chp, ne yapabildi?

Mevcut iktidarın bu seçimle cumhuriyeti ve demokrasiyi yok edeceği, kendine göre başka, İslami - şeriatçı bir rejim kuracağı şeklindeki algı, hemen kimsenin hayır diyemeyeceği bir durum. Muhalif kesimlerden özellikle Chp taraftarlarınca dile getirilen 'demokrasimiz ', daha çok da ''cumhuriyetimiz elden gidiyor '' feveranları gündemi epeyce meşgul etmekte.

Şimdi sormak lazım elden giden cumhuriyetimiz geçmiş toplumun kültürel çoğulculuğu ve zenginliğini dışlayarak kurulmadı mı? 1923’lerde toplumun %30-35'i Hristiyan nüfusuna aitti. 2000'lere geldiğimiz ise bu oran %3-5'lere tekabül ediyor. Elden gittiği söylenen cumhuriyet Kürtlere Kürt olarak yaşam hakkı tanımadı. Onları yok saymayı, imhayı ve inkarı bir devlet politikası haline getirdi. Özgürlükleri savunmak en büyük bedel, can bedeli ödemeyi göze almak yaşamın bir parçası oldu... Kısacası, ''elden giden cumhuriyetimiz'' in yıkıntılarının üzerine yeterince konuşmamış olmamızın, yeterince yüzleşemememizin şimdiki yıkıntılara yol açtığını ne kadar fark ettik acaba? Yani geçmişin değerlerini yıkmanın gerekmediğini, geleceğin birikmiş kültürel zenginliğin üzerine beraberce inşa edilebileceğini öğrendiğimizde daha barışçıl bir toplumsal düzenin temelinin atıldığını kavrayabilecek miyiz ?

1923’de kurulup bugüne kadar gelen yarım yamalak da olsa, demokrasinin kırıntılarını şu veya bu şekilde yaşadığımız yönetim sisteminden çok geriye, benzetmek gerekirse her şeyin tek adama tabii, Azerbaycan tipi tek adam diktasına doğru yol aldığımız bir gerçek.

Ama ben işlerinin bu kadar kolay olmadığını düşünenlerdenim. Tek adam diktasına karşı toplumda hiç de azımsanmayacak bir muhalefet var ve bu gittikçe kendi içinde (kendiliğinden de olsa) özgür, laik yaşamının devamı için karşı duruş sergiliyor. Biz buna genel manada demokrasi mücadelesi diyebiliriz. Çok kültürlü, çok kimlikli, çok dilli, çok inançlı, çoğunlukçu değil, çoğulcu duruşun ve yaşam biçimin hakim olduğu demokrasi mücadelesi...

Devletin baskısı, zulmü demokrasi ve özgürlük mücadelesini daha da güçlendirecektir. Korku duvarı aşılmıştır. İnsanların insanca yaşam arzusu, hep iyiden yana, doğrudan, güzelden yana olan genel eğilimi, zulme, baskıya galip gelecektir. Zira insanlık tarihine baktığımızda, insanlık toplumsal yaşama geçtiğinden onbinlerce yıldan bu yana bu hep böyle olmuştur. İnsanın olduğu yerde umut da vardır, umudumuzu asla kaybetmemeliyiz.