Herkes tarafından üzerinde düşünülmesi gereken bir seçimi geride bıraktık. AKP’nin oyların yarısını toplaması; CHP’nin her dört oydan birini alması ve bloğun başarısı üzerine birçok yorum yaptık, duyduk, paylaştık. Ancak belki de en çok canımızı yakanları Türkiye solunun geleneksel reflekslerinden beslenenleriydi. Ortaya çıkan durumu bir “abluka” olarak tarif edenler de; AKP’ye oy veren halk kitlelerini böcek olarak görenler de oldu. Aslında en geniş manada sol tahayyülün halkın seçimlerdeki tutumuna ilişkin yaklaşımı önce Kemal Kılıçdaroğlu’ya atfedilen, sonradan meçhul bir akademisyene sıçratılan “Stockholm Sendromu” analizi olmuşa benziyor.

Mesleki bir deformasyondan kaçınmaksızın belirtmek gerekirse seçimlerin en başarılı partisi oylarını % 35 arttıran CHP olmuştur; AKP 3. Kez tek başına iktidar olmakla birlikte oylarını “sadece” % 7 arttırmıştır. MHP % 8 civarında oy kaybı yaşamakla birlikte “kasetler olmasaydı kesin % 20’ydik” gibi garip bir siyasal güç kazanmıştır.

Kuşkusuz emek, demokrasi ve özgürlük bloğu seçimlerin yıldızıdır. Barajlı D’Hondt sistemine karşı yürütülen kampanya neredeyse seçim sistemini dar bölge sistemine evrilterek oyların her zerresinden yararlanmayı başarmıştır. Eklemeye bile gerek yok,  bu ancak siyaset-toplum ilişkisinde sadece nicel değil niteliksel bir zaferdir. Blok seçmeni ile blok adayları arasındaki organik ilişkinin biricikliğinin altı ne denli çizilse azdır.  

Bu seçimin bir de EDP açısından yeniden değerlendirmeye ihtiyacı var. Hayır, bloğun başarısına blok bileşeni olarak “paycı çıkmak”tan söz etmiyorum.  EDP’yi günü kurtarmak, işleri olduğundan iyi göstermek ve sürekli kendimizi doğrulamak için kurmadık çünkü.

12 Eylül referandumunda “evet” tutumuzun ve Türkiye’nin toplumsal gerçeklerine karşı değil, onlarla birlikte siyaset yapma anlayışımızın doğal sonucu olarak blok içerinde yer aldık. Kuşkusuz yer alış biçimimiz üzerine çok şey söylenebilir, eleştirilebilir. Ne var ki, blok içerisinde sergilediğimiz tutum Türkiye solu tarihine halisane bir deneyim olarak yazılmıştır. Tutumumuz Türkiye’nin sorunlarına Japon turist gibi bakmaya dayalı, kerameti kendinden menkul bir sosyalist lonca sisteminin geleneksel reflekslerine yönelttiğimiz eleştirinin gereklerini yerine getirmekteki kararlılığımızı ortaya koymuştur.

2011 seçimleri yukarıda ifade ettiğim “sol lonca sistemi”nin ya da “dükkan” solculuğunun iflasını bir kez daha teyit etmiştir. Buna ilişkin bir istisnai durum vardır ancak centilmenlik gereği o istisnalara değinmeyi şimdilik erteliyoruz.

Öncelikle bloğun başarısının doğru okunması gerekmektedir. Başarı Kürt toplumsal muhalefetinin 30 yılı aşan emeğinin  açık bir ürünüdür. Başarının arkasında sadece çalışkan kadrolar, doğru bir siyaset anlayışı değil siyasetin toplumsallaşmış olması gerçeği yatmaktadır. Kendi siyasal anlayışını toplumsallaştırma yönünde hiçbir somut başarısı olmayanların sadece bloğun başarısına dayanarak yancılık yapması yakışıksız olacaktır. Bundan sonrası Türkiye’nin dönüşümü sürecinde bloğun gerek toplumsal muhalefet alanında gerek meclis grubunda yürüteceği siyasal performansa dayalıdır.

Bloğun başarısının ardından çatı partisi tartışmalarının başlamasını öncelikle doğal karşılamak gerekir. Düşerken dağılmak, yükselirken birleşmek esastır elbette. Ne var ki, seçimlerden önce kurulmuş blok kendi içerisinde bir dizi eşitsizliği de barındırmaktadır. Bloğun temel bileşeni olan BDP’nin bloğun başarısındaki rolü herhangi bir blok bileşeni ile karşılaştırılmaya dahi müsait değildir mesela. Blok bileşeni olarak adı geçen gruplar arasında somut bir ikametgah adresi dahi veremeyecek gruplar da vardır. Siyasal partiler ise başta biz olmak üzere yoğun örgütlenme, ilişki ve maddi sorunlarla çevrelenmiştir. Bu tür eşitsizliklerin muhtemel bir çatı partisinde giderilmesi için bazı önlemler alınabileceğini varsaysak bile blok bileşenleri arasında tutarlı bir politik hattı inşa etmeye engel farklılıklar da vardır. 12 Eylül referandumunda ortaya çıkan farklılaşma üzerine herkes yeniden düşünmelidir. Farklılıklarımız bir seçim ittifakının başarısı sayesinde ihmal edilebilir nitelikte değildir.

Öte yandan emek, demokrasi ve özgürlük bloğunun kazandığı moral ivmeye dayanarak Türkiye’nin temel politik konularında bir “ittifak”ın mümkün ve gerekli olduğunu da görmeliyiz. Böyle bir ittifak bir yandan kazanılan moral değerlerin korunup geliştirilmesi; öte yandan ittifak çevresinde kümelenecek farklı politik grup ve kadrolar arasındaki etkileşimi arttırmak açısından çok önemli işlevler üstlenebilir. Farklı yapıların kendi özgül yapılarını koruyup geliştirebildikleri ve dolayısıyla siyasal iddialarını sürdürebildikleri, genişlemeye açık bir ittifak fikri üzerinde düşünmeye ihtiyaç vardır.

EDP açısından ise yeni bir döneme girildiği tespiti önem kazanmaktadır. Bu dönemde kazandığımız fikri ve moral üstünlüğü geliştirmek temel sorumluluğumuzdur. Bu yönde öncelikle somut tarifler üzerinde geniş bir eğitim ve örgütlenme faaliyetini düşünmemiz gerekmektedir. Örgütlenme her zaman öncelikle mevcut ilişkilerin örgütlenmesidir. Geleneksel sol reflekslerden gerçekten arınmaya; hayatı çeşitli binaların önünde yapılan basın açıklamaları yaparak dönüşebilecek bir şey olarak görmemeye; mitinglere götürdüğümüz bayrak sayısı ile siyasi başarı arasında doğrusal bir korelasyon olmadığını fark etmeye; ve sözümüzün gücümüzü aldığımız temel kaynak olduğunu bir kez daha anlamaya ihtiyacımız var.

Bunu sadece kendimize değil; özgürlükçü bir sosyalizmi geleceğe taşıyacak kuşaklara da borçluyuz.