Kapitalizmin 2008’de yoğunlaşan krizi küresel ölçekte hükmünü sürdürüyor. Krizin en belirgin özelliği yakın dönem krizlerinden farklı olarak bölgesel ölçekle sınırlı kalmaması, tüm küreyi etkisi altına alması ve etkisini en yoğun şekilde küresel kapitalizmin merkezlerinde ortaya koyması. Wall Street işgal eylemlerinin bizzat kendisi değilse de popüler yankılarının bu kadar geniş olması sadece kapitalist merkezlerde mevcut birikim modeline yönelik itirazların boyutunu göstermekle kalmıyor; aynı zamanda 30 yılı aşkın zamandır yürürlükte olan neo-liberal ajandanın toplumsal meşruiyetinin çözülüşüne işaret ediyor.

Elbette solun kapitalizmin krizlerine ilişkin geleneksel yaklaşımı etrafında tıkanan sermaye birikim sürecinin emekçi kitleler üzerindeki radikalleştirici etkisi üzerine bir siyasi strateji önermek bildik solun ilk refleksi olacaktır. Ancak bu refleks üzerine kurulacak sol stratejilerin geleceği yoktur ve bizi bir kez daha bildik açmazlara gark edecektir. Zaten bildik sol yaklaşımın mevcut küresel dinamiklere ilişkin aktüel yaklaşımlarında alıştığımız hava çoktan egemen hale gelmiş durumda. Arap Baharı sanki sosyalist bir kalkışma iken ihanete uğramış devrim muamelesine çoktan tabi tutuldu bile. Wall Street eylemcileri ise iyi niyetli, ancak sosyalist örgütlenme nosyonundan uzak oldukları için başarısızlığa mahkûm küçük burjuva radikalleri damgasını çoktan yedi. Bu bakış bizi baştan yenilgiye götüren bakışın ta kendisidir.

Her türden toplumsal dinamiğin sosyalist devrim perspektifine ya da anti-emperyalist karaktere sahip olmadığı için baştan mahkûm edildiği bu perspektifin toplam insan iyiliğine önerdiği en büyük lütûf kendi ideolojik öncülükleri olacaktır. Fakat gelin görün ki işte dünyanın emekçileri bu lütfû ellerinin tersiyle itmekte kararlılar. Ayaklanıyorlar, itiraz ediyorlar, yeniliyor ve geri çekiliyorlar. Evet ayaklanma ve itirazlarının belirgin bir stratejiye dönüşmesini sağlayacak bir kurmaylıktan, merkezi organizasyondan ve ideolojik netlikten uzaklar; bu yüzden çatışmalar kısmi ve dönemsel bir nitelik taşıyor.

Sol bir strateji arayışı açısından bu durum olmuyor çünkü ‘sınıf temeli zayıf’, olmuyor çünkü ‘öncüsü biz değiliz’ olmuyor çünkü ‘düzeni karşısına alacak kadar devrimci değil’ türünden bir imalatla çözümlenemez. İlk yapılması gereken durumun yol açtığı sonuçlar üzerinde durmak yerine, nedenler üzerinde durmak ve mücadelenin her şeyin bir anda çözüldüğü bir devrim anına tercüme edildiği bir yaklaşım yerine mücadelenin sürekli, iniş çıkışlı, kısmi kazanımları dışlamayan, farklı talepler arasında ademi merkezi formların örgütlenmesine dair yönelimler içeren karakterine yoğunlaşmak çünkü.

Neo-liberal dönemin en önemli etkisi bağlı kitlelerin çeşitliliğini arttırarak, toplumsal taleplerin tek bir radikal program etrafında kuşatılabilir olmaktan çıkarması çünkü. Başka bir biçimde ifade edecek olursak neo-liberal ajanda gücünü emekçilerin baskı altında tutulmasından ziyade onların ajanda tarafından içerilmesi tekniklerine borçluydu. Toplumsal piramidin her katmanının çeşitli düzeylerde içerildiği bu ajandanın en büyük avantajı herkesin oluşan bu küresel stratejiden pay alacağına dair güçlü vaadiydi. Esnek çalışma ilişkileri, parça başı işçilik, evde üretim ve küçük şirketlerden kobilere, oradan da bölgesel ve küresel dev şirketlere ulaşan şirketler hiyerarşisi; pazarlama ve tüketimin emrindeki kültür endüstrisi; bilişim ve iletişim teknolojilerinin insanlıkta yol açtığı yeni küresel-zihinsel uzam insanlara yeni bir dünyada varolmaya dair yeni imkanlar sunuyordu.

Görünen o ki, neo-liberal ajanda geniş toplumsal kesimlere vaad ettiği bu yeni imkanların pek çoğunu sağlayamamıştır ve sağlayamayacaktır. İçerisinden geçtiğimiz toplumsal-zihinsel dönüşümün bu hayal kırıklığı tarafından belirlenmiştir.

Kuşkusuz soldan bu olguya yönelik geliştirilecek “biz zaten söylemiştik” refleksi bir dereceye kadar anlamlıdır, lakin geçerli değildir.

Egemenler açısından krizin iktisadi boyutu siyasi boyutu ile karşılaştırınca tali kalmaktadır. Öyle ki, işçi sınıfı egemenler açısından ciddi bir tehdit olma niteliğini kaybetmektedir. Öte yandan kriz yönetilemeyen bir dünyaya doğru dolu dizgin bir gidiş olarak tezahür etmektedir. Kapitalist merkezler başta olmak üzere demokrasi yeni bir otoriter yönetim tarzının çerçevesine dönüşmektedir. Buna karşı toplumsal bir demokrasi anlayışının inşa edilmesi ve bu inşaata tüm farklı toplumsal taleplerin katılmasına dayalı sol bir stratejinin anahatlarının tartışılması zamanıdır.