Dünya üzerinde AİHM kararlarını uygulamayan üç ülke var, bunlar; Rusya, Azerbaycan ve Türkiye. Türkiye’nin altına imza attığı sözleşmeleri tanımadığını ve uygulamadığını gören dış güçler, yabancı yatırımcılar, örneğin ticari konularda uluslararası tahkim noktasında da aynı şeyin kendi başlarına gelebileceği endişesi ve düşüncesiyle Türkiye’ye gelmekten ve varlıklarını getirmekten sakınırlar. Bakınız, burası çok önemli...

Türkiye’nin yıllık faiz gideri son 10 yıl içinde aşağı yukarı 70 milyar dolar civarında gidip gelmişti. Ödemek zorunda kaldığımız faiz oranının hızla yükselmesiyle birlikte, 2019’da bu rakam 104 milyar dolara ve 2020 için ise 140 milyar dolara çıkıyor. Bütçedeki sadece faiz gideri kaleminden bahsediyoruz. Burası da ayrı önemli... Erdoğan’ın yıllardır yaptığı çağrılara rağmen, Dünya Altın Konseyinin hesaplamasına göre, Türk halkının yastık altında 3.500 ton civarında altını var. Külçe külçe, çil çil altınlar... Bu yastık altındaki altınların değeri yaklaşık olarak 150 milyar dolar. Vatandaşın bir bu kadar da nakit parası var yastık altında. Demek Türk insanı bile Türkiye’ye, kendi ülkesine ve memleketine, yeterince güvenmiyor ki, bu varlıklarını kayıt altına sokmuyor... Üstelik de senelik %25 civarında faiz veya kâr payı getirisine rağmen… Kendi insanımızın itimadını tesis edemezken, dışarıdaki insanların bize –en azından ekonomik istikrar bakımından– güvenmesini nasıl bekleyebiliyoruz?

Son dönemde halk adına belki tek olumlu gelişme, şalgamdan alınan ÖTV’nin kaldırılması oldu. Damat Bakan Berat Albayrak’ın “Türk ekonomisinin dengelemesinin devam ettiği ve her şeyin hiç olmadığı kadar iyi ve yolunda olduğu” yönündeki görüşlerini, eski Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz şu şekilde yorumluyor; “Söylediklerinize kendiniz de inanıyorsanız, o zaman çok daha vahim bir durumdayız demektir. Hazine ihaleleri ile oynayarak faizleri düşürmeye çalışarak, adeta ateşle oynuyorsunuz. Bu yöntem 1994'te denendi ve krizle sonuçlandı. Eminim ki seçimlerden sonra Türkiye tarihinde görülmemiş bir kemer sıkma politikası uygulayacaksınız. Maliyetini de sistemden nemalanan on binlerce yandaşınıza değil, krizde hiçbir sorumluluğu olmayan milyonlarca vatandaşa ödeteceksiniz.”

Bir de, sırası gelmişken, 1933 ve 1945 yılları arasında Hitler döneminin “Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı” olarak görev yapmış olan Dr. Paul Joseph Goebbels’in “evrensel” propaganda prensiplerini hatırlayalım. Göreceksiniz ki devirler, dönemler, ülkeler, çağlar ve coğrafyalar değişiyor ama propaganda usul ve yöntemleri neredeyse hiç değişmiyor;

“Basın, iktidarın kullandığı dev bir klavyedir! Gazeteciler bir piyanonun tuşları gibi olmalı, biz o tuşa bastığımızda istediğimiz sesi çıkarabilmeliyiz. Yalan söyleyin, mutlaka inanan çıkacaktır. Olmazsa yalana devam edin. Bir şeyi ne kadar uzun süre tekrarlarsanız, insanlar ona o kadar fazla inanırlar. Bir insana yalan olsa bile bir söylemi sürekli tekrarlarsanız, o söylemin nereden geldiğini unutur ve kendi fikri gibi benimser ve savunur. Söylediğiniz yalan ne kadar büyük olursa, o kadar etkili olur ve insanların o yalana inanması da o kadar kolaylaşır. Halkı her zaman ateşleyin, asla soğumasına ve düşünmesine izin vermeyin. Halk büyük yalanlara, küçük yalanlara göre daha çabuk inanır. Hatalı olduğunuzu ya da yanlış yaptığınızı asla kabul etmeyin. Asla rakibinizin üstün bir yanı olduğunu kabul etmeyin. Asla kendinizden başka birine hareket alanı bırakmayın. Asla kabahat ve suç üstlenmeyin. Sadece bir rakibinize odaklanın ve kötü giden her şeyin suçunu onun üzerine yıkın. Yargı devlet hayatının efendisi değil, devlet politikasının hizmetkârı olmalıdır.”