Solcu bir ailenin çocuğu olarak 80’lerin ortasında liseye gitmek çok zordu. Bir önceki kuşağın bıçak gibi kesilen efsanevi öyküleriyle büyüyor ve bir türlü kendi hikayelerimizi yazamamanın kırıklığını yaşıyorduk. Küllenmeye yüz tutmuş bir ateşi canlandırmak için bizlerden medet umanlar çoktu. Onların bize verdikleri kitap, dergi veya yazılardan hiçbirisi, Ahmet Kaya kadar etkili olamadı. Ahmet Kaya’nın sesinde kendimizi bulduk. Daha farklı, anlamlı bir gençliğin mümkün olabileceğini sezdik.

Yıl 1989. Boğaziçi Üniversitesi Orta Kantin’inde bir an önce solculara karışmak için sabırsız bekleşirken, bir gurup öğrenci içeri girdi. Bunlardan birisi sanki benimle konuşuyordu. Bizleri, “Paylaşma bu yalnızlığı düşlerinin hızıyla!” diyerek eyleme çağırıyordu. Zülfü Livaneli’nin Genç Olmak şarkısından alınan bu çağrı kadar etkili bir başka cümle hatırlamıyorum. İzleyen yıllarda duvara astığımız, “Sensiz bir kişi eksiğiz!” sloganının, başka arkadaşları yüreklerinden yakaladığına şahit olacaktım.

Fakat solcu abi ve ablalarımla ilk temasım hayal kırıklığıydı. Farklı gurupların ortak bir dernek çalışmasında bir türlü yan yana gelememeleri, ama bunu çok büyük lafların arkasına sığınarak yapmalarının ne anlama geldiğini çok kavrayamamış, yine de bundan rahatsız olmuştum. Niye bu kadar çok sigara içiyorlardı? Heyecanlı olduklarını göstermemeyi erdem sayıyorlardı belki de?  Zamanla bunun nedenini anladım: Solcular olarak bizler, genç olmadan büyümeye koşullanmıştık. Örgütlü olduklarında arkadaşlarımızın ses tonları bile değişiyor, yüzleri asılıyor ve çocuksu, çelişkili ve kırılgan taraflarının ortaya çıkmasından rahatsız olmaya başlıyorlardı. Kalpleriyle düşündükleri için solcu olanların, istemeden de olsa iktidarın diliyle konuşmaya başlamaları, geçmişte olduğu gibi, bugün de en büyük çelişkimiz.

Oysa gençlik, çelişerek değişmek ve gelişmek olmalı. Daha 18’li, 20’li yaşlarınızda en doğru, yanılmaz teorik doğrultuya sahip olduğunuza inanır ve diğerlerini ancak sizin doğrultunuzu kabul ettikleri zaman değerli; diğer durumlarda değersiz ve hatta zararlı görmeye başlarsanız, aslında iktidarın diline, tavrına esir olmuşsunuz demektir. Toplumda en ufak bir izi olmadığı, kalmadığı halde kendisine vurgun bir kibir de ancak böyle mümkün olabilir: Her zaman haklı olmanın kibri. Ne var ki, kendi içerisinde tutarlı görülen bir ideolojik soyutlamayı ısrarla sahiplenmeniz, o ideolojik soyutlama toplum tarafından sürekli yanlışlandığında pek bir şey ifade etmiyor. Bir yanlışı savunmanın adı, “yedi düvele karşı direnmek, taviz vermemek” olarak kutsanıyor.

Etkileşime, diyaloga kapalı bir tutum, en nihayetinde karşıtlarınızı insansızlaştırmayı, karikatürleştirmeyi getiriyor ki, hayat bu basitleştirmeleri kaldıramıyor. Yakın zamanda solcu bir öğrenci gurubu, Genç Sivilleri “modern faşistler” olarak eleştirmişti. Böylece onlarla en ufak bir etkileşimi, yan yana gelme ihtimalini, onların meşruluğunu daha başından dinamitleyerek yok etmiş oluyordu.  Oysa çoğalabilmenin biricik yolu, başkalarıyla ortaklaşabilmek, “yozlaşmadan uzlaşabilmekten” geçiyor. Pek çok sol gurup hala inatla, “tek tipleşerek çoğalmak” gibi hem demokratik olmayan, hem de artık pratikte imkansız bir tarzı savunmaya devam ediyorlar. Büyük bir özveriyle ve irade gücünü son sınırlarına kadar zorlayarak birkaç yüz kişi olmayı “başarıyorlar,” ama sadece kısa bir süre için. Kısacık bir parıltı ve coşku anından sonra, çok sayıda insan bu yapılardan ayrılıyor ve örgütler yine başladıkları yere geri dönüyorlar. Biz bu yanlışı ne kadar çok yaptık ve yapmaya da devam ediyoruz…

“En tutarlı, en doğru yol benimkisi, benim saflarıma gel!” dediğinizde, kapitalizmin her alana yaygınlaştırdığı rekabetçi tavrı yeniden üretmiş oluyorsunuz aslında. Değişik sol gurupların, 1 Mayıs’ta kalabalık görünmeye verdikleri önem, bu rekabetçiliğin en rahatsız biçimde dışa vurduğu yerlerden sadece birisi. Kalabalık bir eylemci “kitle” fotoğraf verirken, kendi gurubunun bayrağıyla en öne fırlamak ve “bu kitleyi aslında ben örgütledim” mesajını vermeye çalışmak, şehrin her yanını süsleyen reklam panolarıyla, akşam ne izlememiz gerektiğini bize belletmeye çalışan tavırdan ne kadar farklı? Hayatın her alanını esir alan rekabetçi, hiyerarşik toplum yapısına karşı, en basit dayanışma kültürünü bile öremememiz, durmadan kardeşlerimizi incitmemiz, gayrı meşru saymamız, egemen kültürel kodlardan çok da uzaklaşamadığımızı göstermiyor mu?

Hayat ve ideoloji arasındaki açı giderek açıldığında, öfkeli bir reaksiyonerlik, giderek bakış açılarımızı köreltiyor. Genç yaşlarda her şeye öfke duyan, “kendisi gibi bir avuç temiz” insanın dışındakileri sürekli olumsuzlayan bir ruh haline esir olunuyor. Ama hayat sürekli olumsuzlama ve öfkeyle sürdürülemiyor. Tam da bu nedenlerle, çok inatçı, dirençli sandığımız insanlar, bir gün sessizce çekiliyor bu hayattan ve ertesi gün, takım elbisesini çekip, başka bir hayata sorgusuz, sualsiz atlayabiliyor. İnatçı dogmatizmden, “inançsız tüketiciler enternasyonali” vagonuna atlamanın bu denli kolay olması neden? Sahiden de, gençlik yıllarımdan bu yana, bir zamanlar en radikal duruşu sergileyenlerin, bugün ne yaptıklarına baktığımda, çok şaşırıyorum. Bir zamanlar bütün yönleriyle olumsuzladıkları hayatın, “o kadar da fena olmayabileceğini” keşfetmiş görünüyorlar. Gençlik yıllarında hayatı çok fena ıskalayanların, zamanla en muhafazakar yetişkinlere dönüşmeleri nedendir? Elbette bu durumun istisnaları var. Ama bu geçişi kolaylaştıran en önemli unsur, bu ülkede genç olmayı doğal sayan, “büyümeye” direnen bir karşıt kültür yaratılamamış olmasıdır. 

Karşıt kültür, iktidardan uzakta ama kendinizi evinizde hissedebileceğiniz alanlar inşa etmektir, en kestirme ifadesiyle. Bizler böylesi karşıt kültür alanları, muhalif kamusal alanlar yaratamıyoruz. Karşı olduğumuz iktidarların hırçınlığının, acımasızlığının ulaşamadığı, kendimizi var ettiğimiz alanlarımız yok. Bu yüzden de kısa bir süre sonra başka hayatlara yolculuk ediyoruz, sıkılıyoruz sıcaklık barındırmayan muhalif hayatlarımızdan.  Üniversite bitince muhalifliğin bitmesinin bir nedeni de bu olmalı. Karşıt kültürün temeli, ötekilerimizi varoluşsal olarak meşru gören, onları kazanma öz güvenine dayalı bir itaatsizlik olmalı. “İyi şair, kötü siyasetçi” İsmet Özel’in ifadesiyle, bizler “kadirşinas itaatsizler” olmalıyız. Toplumla sürekli etkileşime giren, siyasete özcü yaklaşmayan, siyasetin hedeflerinden ziyade, siyaset yapmanın kendisini de, içerisinde rahat edeceğimiz karşıt alanlar inşa etmek olarak değerlendiren bir bakış açısına ihtiyacımız var. Belki de hep genç kalabilmek böyle mümkündür. 

Böyle bakınca bu yazıya ilham veren Genç Olmak şarkısı bir başka anlam kazanıyor sanki. Ne mutlu, türkülerini, dostuna yarasını gösterir gibi söyleyenlere…

Sisli bir kent puslu akşam
camlarına yaslanmada
odada sen bir başına
kaygılarla kuşatmada
söyle canım söyle bana
anlat nedir genç olmak
her akşam bu yalnızlıkta
öksüz bir kuş havalanır
kanat çırpar karanlıkta
insanlardan yaralanır
söyle canım söyle bana
anlat nedir genç olmak
paylaşma bu yalnızlığı
düşlerinin hızı ile
türkülere dök içini
öyle bin bir sızı ile
söyle canım söyle bana
anlat nedir genç olmak