Güney Afrika’da yapılan BRIC zirvesinde Putin ile 1,5 saat görüşen Başkan Erdoğan’ın verdiği mesaj gayet net, çarpıcı ve hedef odaklıydı: “Aramızdaki her türlü dayanışma birilerini kıskandırıyor”. Aynı saatlerde, Amerikan Başkan Trump ile yardımcısı Pence peş peşe attıkları tweet mesajlarıyla Rahip Brunson’u zindandan ev hapsine alma kararımızın yeterli olmadığını ifade ettiler. Brunson’un tümüyle salıverilmesini, aksi halde Türkiye’ye ağır yaptırımlar uygulayacaklarını söylediler. Buna en çok Amerikan basını şaşırdı. Çünkü daha haftalar öncesinde Brüksel’deki NATO zirvesinde Trump ile Erdoğan’ın bol bol şakalaşmaları, muhabbetle sarılmaları ve şirin gülücükleri gündeme oturmuş ve Orta Amerikalı Trump seçmenleri tarafından zaman zaman eleştirilmişti. Dakikalar içerisinde o anlarda Erdoğan’ın yanında bulunan sözcüsü İbrahim Kalın’dan, Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’ndan, Başkan Yardımcısı Fuat Oktay’dan, Dışişleri Bakanı sözcüsünden birbiri ardına “bizi kimse tehdit edemez, Türkiye bir hukuk devletidir, ABD bu yaralayıcı söylemden vaz geçmelidir, kimse ne yapacağımızı söyleyemez ve emredemez, üzerimizde hiçbir şekilde baskı kuramazsınız, biz bağımsız bir devletiz, kabile devleti hiç değiliz” mealinde sert açıklamalar geldi. Bu sözlere ikinci bir yanıt ise henüz ABD tarafından gelmedi… Herhangi bir ikinci açıklama yapılmadan doğrudan olası yaptırımları ilan etmeleri mümkündür.

Terörist olduğu gerekçesiyle uzun süre içeride tuttuğumuz Türk asıllı Alman gazeteci Deniz Yücel’i siyasi baskı ile serbest bırakmamız gibi, Rahip Brunson’u da bir iki basit rica ile hemen tahliye edeceğimiz düşünülmüştü anlaşılan. Hükümetimiz Deniz Yücel’in serbest bırakılmasından sonra FETÖ konusunda Almanya’dan istedikleri desteği ve yardımlaşmayı yine sağlayamadı. Dolayısıyla, Brunson serbest bırakılırsa da Türkiye’nin pek bir pazarlık olanağı olmadığı düşünülüyor olmalı. Zira ABD’nin elinde çok daha fazla koz var. Füze satışlarının askıya alınması, Halkbank’a gelecek OFAC cezası, turizm yaptırımları, siyasi engellemeler, ekonomik kararlar, Türkiye’ye verilen kredilerin sıfırlanması vs, say say bitmez. Buna karşın bizim elimizde var olan, küçük kilisesine topladığı bir avuç insan ile Hristiyan Kürdistan’ı kurmaya çalıştığını iddia ettiğimiz bir garip rahip ile BRIC’e ve özellikle de Rusya’ya yakınlaşma tehdidimiz (!) karşı tarafı pek yeterince korkutmuyor olmalı. Bu arada, Hollanda ile Türkiye ilişkileri tamamen kriz öncesi zamana döndürerek yeni bir sayfa açma kararı aldılar. Portakal bıçaklayan deli dumrulların eylemleri de böylelikle akim kaldı... Güzelim turunçgillere yazık oldu...

Türkiye’nin artık krediye muhtaç hale geldiği ortada. Tek umudumuz sert iniş yerine yumuşak iniş yapabilmek ve usulca daralabilmek. Kredi denilince tabii akla hemen IMF geliyor. Mehmet Şimşek seçimlerden önce apar topar İngiltere’nin yolunu tutmuş, kredi olanakları için ikna çalışmalarında bulunmuştu. Yabancı yatırımcının yatırım yapmak ve kredi vermek için olmazsa olmazı OHAL’in kalkmasıdır ve hep böyle olmuştur. Fakat bakınız bizdeki aşırı özgüvene ki, OHAL’in kalkmasını seçimlerden sonrasına denk getirdik. Bu da yetmiyormuş gibi, OHAL’i kaldırırken OHAL yokken var olamayacak bütün yetkileri ve olanakları yasa ve yönetmeliklerle tesis ettik. Akıl bu ya, bu şekilde hem OHAL kalkmış olacak hem de devletimiz OHAL’in kalkmasıyla hiç hak ve yetki kaybına uğramayacaktı. Gerçekten de bunu bizden başkasının görmediğini ve göremeyeceğini düşündük. Öyle olunca da elbette (faiz oranını bilmemekle beraber) kendimizi Çin’den bulduğumuz 3 milyar dolarlık krediye sevinip göbek atacak konumda bulduk. Brunson olayı, olumlu ve olumsuz gelişmeleriyle, borsamızı ve milli paramızı da doğrudan etkiliyor. Tahliye edilmiyor, borsa çöküyor. Ev hapsine alınıyor, TL değer kazanıyor. ABD postayı koyuyor, yeniden karalar bağlamaya başlıyoruz. İşte Türkiye gibi bir ülkenin ekonomik faaliyetleri adeta bir rahiple ilgili tuhaf davaya endekslendi. Peki, bu bir dava yoluyla bir ülkeyi oyuncağa çevirmek değil de nedir? Ümit ediyorum ki artık yaptığımız hataları dış güçlere, iç mihraklara, kanlı ay tutulmasına veya Merkür’ün gerilemesine bağlamadan teşhis edip çözüm yollarını suhuletle arayabiliriz.

Machiavelli’nin sözüyle bitirelim: “Kim aldatmak isterse, daima aldatılmayı bekleyen birilerini bulur...”