Özgürlük ve eşitlik, insanlığın toplum halinde yaşamaya başladığından bu yana insanlar için bir arayış olmuştur. Öyle ki, tüm insanların özgür ve eşit doğduğu, tek tanrılı dinler tarafından da çeşitli şekillerde dile getirilmiş ve Tanrı inancı üzerinden de temellendirilerek ifade yoluna gidilmiştir.

Özgürlükten genel olarak, bir bireyin toplum içinde herhangi bir sınırlamaya, engellemeye maruz kalmadan kendi iradesiyle eylemde bulunması ve eylemlerinin sonuçlarından da öncelikle kendisinin sorumlu tutulması durumu anlaşılmaktadır. Başka bir deyişle, insan iradesinin çeşitli tercihlerle karşı karşıya kaldığında şu ya da bu biçimde eyleminin sınırlandırılmaması, kısıtlanmamasıdır özgürlük. Toplumsal ilişkiler bakımından bireyin pratik faaliyetlerinde, asıl olarak temel haklarını kullanmasında, içinde bulunduğu toplum ve siyasal birlik (yani devlet) tarafından engellenmemesidir. Buna toplumsal özgürlük de diyebiliriz.

Eşitlik ise toplumu oluşturan bireylerin ekonomik, toplumsal ve siyasal olarak birbiriyle aynı ''haklar ve özgürlükler'' ile donatılmasına denir. Fakat bu daha çok talep düzeyinde kalır ve toplumsal yaşamda karşılaşılan olgu iken, bunun tam tersi ise eşitsizliktir. Eşitlikten ve eşitsizlikten söz edebilmemiz için hak ve özgürlüklerin sınırları bakımından karşılaşabileceğimiz en az iki bireye ihtiyaç vardır. Kısacası eşitlik, toplumsal yaşam dışında bir şey ifade etmez. Çünkü hak ve özgürlüklerin tanınması ve sınırlandırılması bakımından, birden fazla bireyin varlığını gerektirir.

17.Yüzyılda Thomas Hobbes (1588-1679) ve John Locke (1632-1704), 18. yüzyılda, yani Aydınlanma çağında Jean-Jacgues Rousseau (1712-1778) tarafından ortaya konulan düşüncelerde olduğu gibi, doğa durumu (state of nature) tüm insanlar için tam bir özgürlük ve eşitlik durumunu ifade eder. Fakat bu mutlak özgürlük ve istenilene erişmedeki eşitlik, her zaman bir çatışma potansiyelini kendinde taşır. Örneğin herkes eşit olduğundan birinin doğa (akıl) yasasının dışına çıkarak diğerlerinin özgürlüğüne, canına, malına el uzatması bir çatışmaya yol açar. Bu da insanları birbirine düşürür ve haksızlıkların, huzursuzlukların ve çatışmaların ortaya çıkmasına neden olur. İnsan insanın kurdu (homo hominis lupus) olduğu bu durumdan da yalnızca bir toplum sözleşmesi ile çıkılabilir.

Toplum sözleşmesi, bireylerin düzenli ve adil bir toplum oluşturmak üzere kendi aralarında yaptıkları ve egemenlik hakkını kendileri dışında bir güce devrettikleri, aslında yazılı olmayan bir sözleşmedir. Toplum sözleşmesiyle ortaya çıkan toplum düzenini temel alarak özgürlükten ve eşitlikten söz edebiliriz. Aydınlanmanın idealleştirdiği toplum düzeninin temelinde de özgürlük, eşitlik ve kardeşlik kavramları yer almıştır. Öyleyse özgürlük ve eşitliğin hem birbirleriyle ilişkili olduğunu hem de bu iki kavramın toplum düzeniyle ve toplumsal yaşayışla karşılıklı bir içerme ilişkisinde olduklarını söyleyebiliriz.

Aydınlanma, doğa karşısında başarı kazanan insan aklının kültür dünyasına uygulamaya başlamış olması, süreç içinde insanın kültür dünyasına akıl aracılığıyla egemen olmasını sağlamış ve 17. yüzyıl ''evrensel bilim'' görünümüne bürünmüştür. Böylece aydınlanmanın yaygınlaştırmaya çalıştığı kültürel değerler içerisinde, insanın doğuştan iyi olduğu, hukuk önünde ve toplumsal yaşamda herkesin özgür ve eşit bireyler olduğu, her yerde ortak ve akılsal dayanakları olan evrensel değerlerin bize rehberlik ettiği gibi düşünceler birer ön kabul olarak yer almışlardır.

Ortaçağ'da insanlara ''öteki dünya'', ''ölüm sonrası yaşam'', ''Tanrı krallığı'' gibi soyut şeyler uğruna feda edilmesi öğütlenen dünyevi mutluluk da yine Aydınlanma'nın öne çıkardığı birer değer olmuştur. Eşitlik, özgürlük, kardeşlik gibi idealler de bu mutluluk için gerekli koşullar olarak ön plana çıkmışladır. Fakat tüm bu idealler, akıl kavramından ve bu kavramın içermelerinden soyut olarak düşünüldüğünü söyleyemeyiz. İnsan, aklı sayesinde geleneklerin boyunduruğundan kendini kurtaracak, kaderini kendisi biçimlendirecek, böylelikle özgürlüğünü ve mutluluğunu gittikçe artıracaktır. İnsanlığın aklı sayesinde arttıracağı söylenen dünyevi mutluluk, yine Aydınlanma düşüncesi çerçevesinde, devletin vatandaşlarına karşı bir yükümlülüğü olarak algılanmıştır. Böyle bir yükümlülük de, en açık biçimde, vatandaşlarının tümünün hak ve özgürlük sınırlarının olabildiğince genişletilmesiyle gerçekleşebilir.

Liberalizmde Özgürlük ve Eşitlik

Liberalizm diye bilinen ve günümüzde de geniş bir savunucu kitlesine sahip bu düşünce silsilesinin felsefi temelleri, yukarıda adından bahsettiğimiz Aydınlanma düşünürlerinden John Locke'a dayanmaktadır. Locke'a göre devletin birinci görevi, vatandaşlarının bu dünyadaki mutluluğunu sağlamaktır. Devleti yönetenlerin bu amaca aykırı her tutumu ve bu tutumu yansıtan her türlü yasal düzenlemeleri, devletin temellerini zayıflatacak ve içten içe bir yıkımla sonuçlanacak gelişmelere neden olacaktır. Yine Locke'a göre eşitlik, devlet tarafından sağlanır. Locke'un kendi ifadesiyle, ''Devlette egemen olan herhangi bir bireyin ya da sınıfın iradesi değil, yalnızca yasa olmalıdır. Burada yasayla her vatandaşa eşit mesafede duran devletin de görev ve yetki sınırlarını çizen bir güce işaret edilmiştir. Fakat Locke'un düşüncesini liberal kılan asıl unsur, mülkiyet hakkında yaptığı vurguda aranmalıdır. Locke insanın düşünce özgürlüğü kadar, geniş anlamda kullandığı mülkiyet hakkını da savunmuştur. Ona göre emek verilen şeyler üzerindeki mülkiyet hakkı, doğal bir haktır ve kimsenin elinden zorla alınmaz, alınamaz.

Oysa Jean-Jacgues Rousseau, özellikle İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı adlı kitabında, mülkiyet konusunda John Locke'tan farklı düşünmüş ve mülkiyeti, ayrıca Avrupa kültürünün böyle bir temele dayanmasını hem insanlar arasındaki eşitsizliğin kaynağı, hem de insan doğasına aykırı ve mutluluğu bozucu olarak görmüş ve sert biçimde eleştirmiştir. Böylelikle Roussseau, özgürlükten daha çok eşitliğe vurgu yapan bir Aydınlanma düşünürü profili çizmiştir.

Aydınlanma düşüncesi, her ne kadar evrensel kabul edilen akıl, özgürlük, eşitlik gibi değerleri öne çıkarmış olsa da her ulusal kültür içerisinde farklı kaygılar ön plana çıkmıştır ve bu kaygılar, içinde eşitliği ulusal kültürün Aydınlanma konusuna yaklaşımını ve katkısını belirlemiştir. Örneğin, Aydınlanma düşünceleri, İngiltere'de daha çok deneyci ve liberal eksende ortaya çıkarken Fransa'da kendisini usçuluk (rasyonalizm) ve eşitlik, Almanya'da ise kimi zaman mistik (gizemcilik) yanları da olan usçuluk biçiminde kendini göstermiştir.

Liberalizmi, özgürlüğü ve yasalar önünde eşitliği bir arada, siyasal bir toplumun olmazsa olmazı olarak savunan, temelde ekonomik ve siyasi öğreti olarak tanımlayabiliriz. Liberalizmin öne çıkardığı başlıca değerler, hoşgörü, din ve vicdan özgürlüğü, yansızlık, özel alana saygı ve devletin sınırlılığıdır. Bu öğreti, bireyi tüm toplumsal yaşamın ve siyasi çözümlemenin nihai amacı olarak görmektedir. Bu bakımdan da bireycilikle uzlaşsa da toplumun bütününe yaygın olarak bir özgürlük anlayışını savunan liberallere de rastlanmaktadır. Liberalizme göre, devlet birey için vardır ve zaten insan tarafından bu amaç için kurulmuş bir örgüttür.

Sosyalizmde Özgürlük ve Eşitlik

Liberalizmin birey, bencillik, özgürlük, kişisel mülkiyet gibi dayanaklarına karşın, sosyalizmin en genel kavramları toplum, eşitlik, dayanışma, işbirliği ve ortak mülkiyet olarak belirir.

Sosyalizm her şeyden önce toplumcu bir ideolojidir ve birey ile devlet kavramlarını toplum ekseninde çözümler. Sosyalizme göre toplum, birey karşısında bir önceliğe sahiptir. Bu öncelik ahlaki öncelik olduğu kadar varoluşsal bir durumu da gösterir. Sosyalistlere göre birey, liberallerin öne sürdüğü gibi tek başına bir varlık olmadığı gibi, bireyin karakteri, seçimleri, becerileri gibi nitelikleri de bütünüyle kişisel olarak değerlendirilemez. Sosyalistlere göre insan toplumsal bir varlıktır ve toplum tarafından sunulan ahlaki, sosyal, düşünsel imkan ve yapıların bir ürünüdür. Başka bir deyişle insan, toplum tarafından biçimlendirilen, kişi oluşu toplumsallığı içinde olanaklı hale gelen bir varlıktır. Bu nedenle bireyi anlamak, onu toplumdan azade bir atom olarak tanımlamakla değil, ait olduğu sosyal grubu bilmekle ilişkilidir. Söz konusu sosyal grubun tarihsel bir süreçte oluşturduğu ilişkiler ağı, bireylerin de belirleyicisidir.

Sosyalizme göre insan toplumsal bir varlık olduğu için, liberallerin tarih üstü tanımlarında olduğu gibi durağan bir insan doğasından söz edilemez. Dahası sosyalistlere göre, liberallerin insan doğasının bencil veya aç gözlü olduğuna dair yapmış oldukları saptama, kapitalist toplumun tarihselliğinin bir sonucudur. Başka bir deyişle bencillik veya aç gözlülük, insan doğasına değil, kapitalizmin özüne aittir. Bu durumda insanın rekabet eden ve çatışan çıkarlara sahip oluşu da doğal bir zorunluluktan değil, kapitalist toplumun tarihselliğinden kaynaklanır.

Sosyalizme göre sosyal ve ekonomik sorunların çözümünü, basit bireysel çabalardan çok, toplumun kendisindedir. Toplumsal durumda her bireyin mutluluk, refah ve özgürlüğü bir diğerine bağlıdır. Bu nedenle bireylerin maddi ve ahlaki eğilimleri kişisel çıkarlarına göre değil, toplumsal bir denge durumuna göre düzenlenmelidir. Toplumsal dengenin kurulabilmesi ise bir eşitlik durumu oluşturur. Eşitlik anlayışı sosyalist geleneği pek çok açıdan tanımlayan önemli bir niteliğidir.

Sosyalizmin eşitlik anlayışı, liberal kuramın fırsat eşitliği düşüncesinden bütünüyle farklı bir yapı gösterir. Özellikle liberal görüşün bireylerin farklı yeteneklere sahip olmalarından doğan ekonomik eşitsizlikleri meşrulaştırması, sosyalist gelenekte yer alan düşünürlerin eleştirilerinin hedefindedir. Şöyle ki; doğa her ne kadar tüm bireyleri birebir aynı yeteneklerle donatmamış olsa da, eşitsizliğin bozulmasının gerçek nedeni, kaynağını oluşturmaz. Sosyalistlere göre eşitsizliğin bozulmasının gerçek nedeni, büyük ölçüde toplumsal örgütlenmenin eksikliklerinden ve bozukluklarından kaynaklanır. Liberallerin eşitliği siyasal ve yasal eşitlikle tanımlayarak sınırlandırmış olmaları, kapitalist sistemin asıl bir özelliği olarak beliren eşitsizlikleri aşmada yetersizdir. Eşit maddi ve toplumsal koşullara sahip olmayan insanların, önlerinde siyasi ya da yasal engeller bulunmasa dahi, seçimlerini özgürce yapmaları ve isteklerini gerçekleştirmeleri beklenemez.

Kapitalizmin temel çelişkisi, üretim aletlerinin özel mülkiyeti ile üretimin toplumsal niteliği arasındadır. Yani fabrikalar, madenler, hammaddeler, toprak, makineler, teknoloji gibi mal ve hizmet üreten tüm varlıklar bir avuç kapitalist zenginin sahipliğinde olduğu ve toplumun diğer geri kalanının işgücünden başka bir şeyinin olmadığı maddi ve toplumsal koşullarda bir denkliğin yaratılmadığı, eşitliğin yalnızca bir mitten ibaret olduğu düşüncesi sosyalistlerin bakış açısını oluşturur.

Sosyalistlere göre eşitliğin onaylanarak desteklenmesinin, ahlaki gerekliliğinin yanı sıra sosyal açıdan da bazı önemli sonuçları bulunur. Şöyle ki; eşit koşullardaki insanların kamu yararı için birbirlerine bağlanmaları çok daha güçlü bir olasılıktır. Bu nedenle toplumsal yapının sürekliliği ve kamu yararının öncelikli oluşu, eşitlik ilkesinin toplumun temeli haline getirilmesine bağlıdır. Ancak bireylerin birbirlerine eşit oldukları bir toplum, sınıfsal farklılıkları aşabilecek güce sahiptir.

Sosyalizme göre sınıf ayrımlarının temeli kapitalist devlettir. Friedrich Engels'e (1820-1895) göre sosyalizmin son aşaması olarak komünizme ulaşıldığında, devletin neden olduğu sınıf ayrımları ve çatışmaları ortadan kalkacağından, bu aşamada artık devlete ihtiyaç kalmayacaktır. Sosyalistler için devletin anlamı, özellikle Karl Marks (1818-1883) ve Friedrich Engels'in yazdıkları Komünist Manifesto'da daha belirgin olarak ortaya çıkar.

Marks ve Engels'e göre devlet, egemen sınıfların temsilcisidir. Tarih boyunca egemen sınıflar değiştikçe, devlet de egemen sınıfın çıkarlarına göre yeniden düzenlenir. Bu egemen sınıflar Eskiçağda köle sahipleri, Ortaçağda feodal lordlar, toprak beyleridir. Modern çağın devleti ise egemen sınıf olan burjuvazinin çıkarlarını savunmak üzere yapılandırılan bir kurumdur.

Burjuvazinin egemenliği, tarihsel bir mücadele sonucunda üretim araçlarının mülkiyetini eline geçirmiş olmasından kaynaklanır. Ancak sosyalist bir hedef olarak proletaryanın devrim aracılığıyla iktidarı ele geçirmesinin ardından, üretim araçlarının mülkiyeti de toplumun kendisine geçecektir. Bu durumda devlet, giderek gereksiz bir kurum haline gelir. Böylece ulaşılacak yeni toplumun adı komünist toplumdur.

Marx ve Engels’e göre, insanlık gerçek özgürlüğü o zaman, yani komünist topluma ulaştığı zaman yaşayacaktır. Tamamen doğa ile insanın başbaşa kaldığı, insanın özgürlüğünü doyasıya yaşayabildiği komünist toplumda sınıflar olmadığı için (genel manada) insanlık için bir baskı aracı olan devlet de olmayacaktır. Zira sosyalizm, elindeki devlet aracılığıyla (proletarya diktatörlüğü) sınıfları ortadan kaldırmasıyla, gereksiz bir aygıt haline gelen sosyalist devlet (sönümlenerek) de ortadan kalkmış olacaktır.

İnsanlık için hakiki özgürlük, bayrağında, “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar” şiarı yazan komünist toplum, insanlığın yaşayabileceği son toplum biçimi olarak tarihteki yerini alacaktır.