Zamanda yolculuğun iki resmi bileti var şu sıra:

1. Zaman tünelinden Dersim’i, 12 Eylülleri, 28 Şubatları çıkarmak;

2. Zaman tünelinde, 16 Mart katliamını, Sivas katliamını, belki olmaz ama belki öyle olur, ileride Uludere’yi kaybetmek.

 

***

 

İktidarın (ve uzlaştığı, bazen de çatıştığı müttefiklerinin) iki refleksi var:

1. Devletin mağduru, muhalif refleks

2. Devletin sahibi, mağrur refleks

 

***

 

Muhalif refleks”; iktidarın mirasçısı olduğu parti ve hareketlerin ve tabii toplumun ciddi kesiminin başına gelmiş darbe gibi felaketleri unutturmamak, bazen bunlarla hesaplaşmak, hatta hesaplaşma ortamını başka hesaplaşmalar için de kullanmak; yahut siyasi karşıtlarının devlet suçlarını teşhire uğraşmak.

 

***

 

Devlet refleksi” ise; geçmişinin, köklerinin, tabanının da dahli olan Sivas’ı yok farz etmek; Maraş, Çorum için ıslık çalmak; yahut tamamen ötekilerin başına gelen, devlet kaynaklı 16 Mart veya Hayata Dönüş gibi katliamları fazla kurcalamamak; zaman aşımına terk etmek.

 

***

 

Yani, kimi olayda, sakla zamanı, gelir zamanı!

Kiminde, derin hafıza kaybı; unut, sevme beni!

 

***

 

Oysa hakkaniyet, hukuk, adalet gibi kavramlar bu tutarsızlığı kaldırmıyor.

Katliamlar, devlet suçları veya devlet birimleri gözetiminde yaratılmış felaketleri; ona değmemiş buna değmemiş, bana değmiş bana değmemiş diye ayırdığınızda…

Sadece rövanşçı oluyorsunuz…

Hak, hukuk, ilke, adalet, vicdan duruma göre yontulduğu için!

Acıların kardeşliğini yaratmadan, kardeşlik…

Herkesin hakikat ihtiyacına saygı duymadan hakkaniyet…

Ölüleri ayırarak insanlık…

Acıların ortak hukukunu bulmadan adalet filan olmaz!

Ama maalesef…

Bu topraklarda biten zayıf köklü demokrasi ağacı böyle bir şey:

Bazı çiçek açar gibi oluyor meret…

Bazı sadece kuru kütükten ibaret!

 

Pozantı çocukları!

 

Devlet şefkati şöyle işledi:

Tacize, tecavüze uğrayan çocuklar; saldırgan olmamış çocuklar; cezaevi gözetiminde şiddet uygulayan çocuklar hep birlik sürüldü!

Cezaevi şartlarını düzeltmek, tutuklulukları gözden geçirmek, bedeni ve ruhu yaralı çocukları sarıp sarmalamak yerine; hepsi birden kolilendi, Sincan sürgününe yollandı.

Türk-Kürt, çocukların yoksul ailelerine de, ekmek ile Ankara bileti arasında; katık ile Ankara’da en ucuzundan bir yatak arasında serbest piyasa tercihi kaldı!

Habertürk’ün Pozantı hassasiyeti önemliydi. Sibel Hürtaş, sürgün haberinde bir çocuk portresi çizmişti.

Gazla yaralı, sürgünlere sarılı bir portre:

Koruculuğa zorlanmayı kabul etmeyince sürülmüş köy. Mersin’e göç. Bir ihbar. İhbar iptal olduğu halde Pozantı’da 4 yıl yatan esnaf baba. 10 yıl sonra evleri önünde polisin yüzüne gaz bombası attığı oğlu. Hastanede yaralı çocuğa gözaltı. Bomba atan polise suç duyurusu. Polisin asla bulunamaması ama çocuğun içeride tutulması. Tedavi bitmemiş, konuşma zorluğu…

Sayın Cumhurbaşkanı; Sayın Başbakan…

Demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti, çocuk karşısında bu kadar büyük olabilir mi?

Yoksa hukuk, çocuksuz mu?

 

Gazetecinin ölüsü bile koştu!

 

Vedat Yayla Lig TV’de kameramandı.

Nice gazeteci gibi siz onu hiç tanımadan koşturup dururdu.

Koştururken 44’ünde kalbi durdu.

Kendi kendilerini haber yapmaya, yaptırmaya meraklı cilalı gazeteciler vardır ya; öteki gazetecilerden olan Yayla’nın da mat ölüsü haber oldu.

Devlet hastanesinde yoğun bakımda yer yoktu; sağlık piyasasının özel güzel hastanelerinden biri de yorgun ama peşin parasız kalbe kapı açacak kalpten yoksundu.

10 bin lira istediler, yoktu, kalbinin son atışlarına da güle güle dediler!

Habertürk’te Ali Tezel, izah ediyor ki, hastanenin yaptığı yasadışı!

Öyle ama, zaten arsızlığın yasası yok ki!

Vedat Yayla, sanırım “havuz sistemi”nin “marka süper ligi”nin trilyonluk maçlarını, kulüplerini, başkanlarını, oyuncularını canlı yayına da getiriyordu.

Bu kadar heyecanlı, canlı varlık arasında cansız düştü işte!