Pazartesi günü bir yazı kaleme aldım. Japonya’daki nükleer santrali eleştiren bir yazıydı. Aynı gün Enerji Bakanı’nın yaptığı açıklamalarla birlikte yayımlandı bu yazı. Bir okurum içtenlikle ‘hangisine inanalım?’ diye sormuş. Bakan’ın yaptığı iyimser açıklamalar sonucunda gidip nükleer santralde çalışabilecek ölçüde kendini iyi hissettiğini ama yine aynı gün benim yazımı okuduğu zaman içinin karardığını söylüyor. Sanırım burada verilebilecek en iyi cevaplardan biri, bir yazarın iktidarın diliyle konuşmayacağı, konuşamayacağıdır. Bir diğeriyse, nükleer santraller konusunun, iktidardakilerin kararıyla çözümlenemeyecek denli yaşamsal, dolayısıyla hepimize ait bir sorun olduğudur. Kaldı ki Akkuyu nükleer santrali sadece Mersinli’yi, sadece Akdenizli’yi ilgilendiren bir santral değil (aynı şeyi Sinop’ta kurulmak istenen nükleer santral için de söyleyebiliriz) girdisi ve çıktısıyla bütün Türkiye’yi, üstelik sadece Türkiye’deki insanları değil Türkiye’deki bütün canlıları ilgilendiren bir mihenk taşıdır. Akkuyu’nun üzerini sıvamaya çalışan iktidar dilini (‘biz sizin için en iyisini bilir ve düşünürüz’) başka bir dille (örneğin ‘merak etmeyin değerli büyüklerimiz, biz bizim için neyin hayırlı olduğunu en az sizin kadar iyi biliriz’ tarzındaki halkın diliyle) tartışmak durumundayız. Bunun ötesindeki derin ve matematiksel teknolojik arayışlar konusunda sınıfta kalacağımsa aşikâr.

Tam da burada bir başka okurun yazdıklarını sizlerle paylaşayım. Bu okurum böyle bir yazıyı kaleme aldığıma göre benim nükleer enerji konusunda nerede doktora yaptığımı, makalelerimin hangi dergide yayımlandığını bilmek istediğini yazmış. Ona da şöyle cevap vereyim. Değil doktora, lisansımı bile nükleer enerji konusunda yapmadım, dolayısıyla bu konuda yayımlanmış makalem de yok. Ama Çernobil’i hatırlayabilecek bir belleğe sahibim. Sadece Rusya’nın topraklarında değil bütün Karadeniz ve Trakya’daki halkın bir biçimde radyasyona nasıl maruz kaldığını da hatırlıyorum. Hatırladıklarım arasında dönemin bakanlarından birinin çaya sindiği savlanan radyasyona karşılık kameralar önünde ‘her şey kontrol altında’ diyerek çay içişi de var. Karadeniz ve Trakya’da Çernobil’den sonra artan kanser vakaları konusunda yapılabilecek araştırmaların nasıl sümenaltı edilebileceğini tahmin etmek içinse politikacı olmaya bile gerek yok! Çernobil yeryüzündeki birçok insanın hayatına kasteden bir faciaydı. Yeterince üzerinde durulmadı, sonuçları kamuoyu önünde net bir biçimde tartışılmadı. Kanaatim odur ki yeryüzündeki yaşam hakkını savunmak için nükleer enerji konusunda akademik başarılara imza atmak gerekmiyor. Iğdır’ın burnunun dibindeki Ermenistan’da, tam da oradaki nükleer santralden herhangi bir sızıntı olduğunda (yetkililer olası bir sızıntının ilk elden Türkiye’ye ulaşacağını söylüyor) acilen alınabilecek önlemlerin neler olacağını merak etmek için de doktora sertifikasına gerek yok.

Ucuz enerji gerçeği yeryüzü gerçeği, kabul ediyorum. Ancak ilk etapta kaçak enerjilere müdahale edilmesi (seçim arifelerinde tavan yapan çarpık kentleşmeden kaynaklı ve nedense göz yumulan yoğun bir enerji kaçağı var ülkemizde), güneş ve rüzgar enerjilerinin hayata geçirilmesi dururken nükleer santraller gibi yaşamın affetmeyeceği sonuçları olan projeleri bir kez daha düşünmeliyiz. Hep birlikte bir kez, bir kez daha düşünmeliyiz. Yeryüzülü olmak sadece şimdiki zamanın ve bize ait olan yaşamın bir özeti değil. O bir süreç. Geleceğin, çocuklarımızın, torunlarımızın ve bütün canlıların yaşamını içeriyor.