Şimdi bu yağmur hüzün için yağsın, peki. En azından bir süre daha. Nisan bu.

Birçoğumuz gibi Meral Okay’ın ardından yazılanları okuyorum. Ece Temelkuran güzel mi güzel bir yazı yazmış ardından, yazdıklarında hem Meral Okay’ı hem de onu ‘okuyorum’ tuhaf bir biçimde. Okay’ın aşk için yazdıklarını. Ece’nin işsiz kalışını, son yazdığı kitabındaki kapak fotoğrafının anlattıklarını. Günlerin götürdüğünü, getirebileceklerini, hiç geri getirmeyeceklerini. Meral Okay’ın ardından bir gazetenin yazdıklarını, yazabildiklerini. Dilim dönmüyor birçok şeyi ifade etmeye, dudaklarımı kilitleyen sözcükleri o gazetenin manşetinde gördüğümde. Gidenin ardından yas tutmayı kavrayamamak bu mu diye geçiyor zihnimden, Mardin’de gördüğüm taziye evleri aklıma geliyor sonra. Yas kadim bir medeniyettir diyesim. Ki öyle. Taziyeyi bilmek bir toplumu olgunlaştır gibisinden şeyler. Ki öyle. İnsan olmaktır, taziye. Hiç değilse ölüm karşısında sessiz kalabilmeyi öğretir insana, yaşamı yeniden gözden geçirmeyi.

Bir insanın küllerini suya bırakmak istemesi bir gazetenin manşetine böyle düşebiliyorsa bu topraklarda, işte tam da bu topraklarda ölümün değil bizzat yaşamın anlamının ne olduğunu yeniden düşünmek gerekiyor diye geçiyor içimden ışık hızında bir şeyler. Bir gazete Okay’ın ardından ne gazetecilik etiğine ne de insan ahlakına uygun olmayan bir başlık atıyor. Buna nasıl karar verdiklerini düşünmeye çalışıyorum. Bu manşeti atarken zihinlerinden neler geçirdiklerini. Bu fikrin kimden çıktığını, kim tarafından onaylandığını, onaylanırken hangi cümlelerin kullanılabildiğini. Nasıl bir meslek ahlakıdır bu diye sormak istiyorum.

Üstelik bunu bir hüzün denizinin içinden de sormak istemiyorum artık. Nisan yağıyor. Nisan bu yağacak. Hüzünle birlikte yağmakta.

Ama...Nisan bu, o güzel ay. Şubat ve Mart ayında düşmüş cemreleri kutsuyor o bir yandan da. Yeniden dirilişi, baharı.

Bir yanda diriliş bir yanda hüzün. Hüzün bana katlanamadığım bambaşka bir acı veriyor nicedir. Yıllardır sığındığım, sığınmak durumunda kaldığım çatı altları, saçaklar, oyuklar bana yetmiyor artık. Ben çatı altlarının kimi kez huzur kimi kez güven veren yanını, gerçek sahiplerine, ilkyaz zamanlarının kırlangıçlarına bırakmak istiyorum. Bu ülkede kül olup ölebilmek ve suya karışabilmek hakkına sahip olmak kadar gün olup havaya karışabilme özgürlüğünü de. Ve bunu isteyen insanların bunu istemeyen insanlar kadar bu yeryüzüne ait olduklarını, hepimizin zaman zaman bir diğerinin gölgesinde yürüyebilecek kadar birbirine güvenmesini de arzuluyorum. Birbirine güvenmek, evet! Dibine kadar farklı düşünce ve görüşlerde olsak bile ölüm kadar insanı terbiye eden, masumiyetin tez elden devreye girmesi gereken bir noktada (üç aşağı beş yukarı birlikte) durabilmek ve hiç değilse ölüm karşısında taraf tutmamak, yelkenleri suya indirebilmek. Ve hiç değilse orada erdemli kalabilmek. Orada, aylara, mevsimlere, ideolojilere, saplantılara, bağnazlıklara, yönetmeliklere sığmayacak ölçüde insan olmak.

Yaşam havaya, suya, toprağa düşebiliyorsa, onlarla iklimlere gebe kalabiliyor, yenileniyor, eskiyebiliyor, dönüyor, ürüyor, bitiyor ve yeniden diriliyorsa hemen hepimiz için de böyle bir şans mevcut demektir.

O gazeteye o manşeti atanlara neden insanları korkutuyorsunuz diye sormak değil neden korkuyorsunuz diye sormak istiyorum. Neden bu kadar çok korkuyorsunuz?

Nisadan mı? Nisandan mı? Yoksa insandan mı?

***


Sevgili Sevin Okyay hastanede, değerli editörümüz Faruk Eren ise görünmez bir kazanın kurbanı olarak evinde yatıyor şu ara. İkisine de acil şifalar diliyorum.