Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) genel bir tanımlama ile nefret suçunu iyi tanımlamıştır. Bu tanımlamaya göre "Bir şahsa veya mülküne karşı işlenen herhangi bir suçun kaynağı, o kimsenin ırkı, rengi, etnik kökeni ya da uyruğu, dini, cinsiyeti veya cinsel yönelimi, yaşı, fiziksel veya zihinsel engelleri yahut buna benzer bir durum ile ilgili ise bu suç nefret suçudur." Yani mağdurun gerçek ya da temsil ettiği varsayılan nitelikleri nedeniyle uğramış olduğu her türlü zarardır.

Fail veya failler mağdura bu zararları, sözlü taciz veya tehdit edici davranışlarla, nefretl içerikli konuşmalarla, her türlü iletşim aracı kanalı ile verebilecekleri gibi duvar yazısı, fiziksel saldırı, grup halinde topluca saldırı/linç eylemleri, soygun, hırsızlık, gasp, taciz, tecavüz, sarkıntılık, yaralama, cinayet, kundakçılık veya diğer herhangi bir şekilde zarar ve hasar vererek gerçekleştirebilir.

Gereklilik ve duyulan kaygılar:

Nefret söylemleri ile ayrımcılığın sıradanlaştığı ve yaygınlaştığı ülkemizde bu konuda bir düzenlemeye gidilmesi elbette ki önemli olmuştur. Keza konu ile ilgili kişi ve biz hukukçuların geçmiş yıllardaki birçok beyanımız dikkate alındığında bu konuda adım atılacağı yönündeki bir adımı küçümsemek mümkün değildir.

Fakat ülkemizde birçok şeyde olduğu üzere iyi niyetle çıkılan bir yolda yapılan yasal bir düzenlemenin daha sonra kötü uygulayıcılar ve tekçi ideolojik odakların elinde nasıl bir felakete dönüştüğü konusunda çok zengin geçmiş yargı ve siyasi pratiğimiz olduğundan bu konudaki kaygıların dillendirilmesini de normal karşılamak gerekir. 

Bu kaygılar arasında özellikle neyin nefret suçu eylemini oluşturacağı ve söylemin de suç kavramı içerisine sokulup sokulmayacağı meselesi birincil nokta olarak oluşturmaktadır.

Mesela nefret ve ırkçılıkla mücadele kapsamında yorumlanması gereken ve çok uzun yıllardır TCK'da yer alan; farklı sosyal sınıf, ırk, din, cinsiyet, mezhep veya bölgesel kesimleri koruma altına almayı ve halkın kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılanmasını engellemeyi amaçlayan 216.maddenin, tekçi resmi ideolojinin Türk yargısı ile nasıl inşa edildiğini yoğun pratiği ile göstermiş oldu. Bu madde yasa koyucunun amacına (belki de amacı ilk zamandan beri yazılanın dışında hep başkaydı!) tamamen ters biçimde nefret ve ayrımcılıkla mücadele edenlerin aleyhine kullanılmış olduğu herkesin malumudur. Türk yargı pratiği bu yasa maddesini öyle bir uygulamıştır ki gerçek manada şiddet, nefret, ayrımcılık karşıtı binlerce barışsever kişiyi çok ciddi biçimde mağdur etmiştir. Gerekli bir yasal norm halkın diğer kesimlerine karşı nasıl da bir silah gibi kullanıldığını bu ülke çok sıkça yaşadı. Yasada yer alan halk kavramını iktidar ve yargı makamları ısrarla yalnızca Türk etnisitesi olarak görmek istemiş, ayrımcılık ve nefretle mücadele edenlerin, barışçıl ve şiddet içermeyen hatta eleştiri dahi sayılmayacak iyiniyet dileklerini dahi "Türk kavramına" tehlike oluşturabileceği zan ve kanaati ile yargılama ve cezalandırma konusu yapılmaktan hiç çekinilmemiştir.

Buna karşılık Türk ve Müslüman olmayanlar hakkında en az 100 yıldır en hafifinden hakaret, nefret ve linç kampanyalarının her Türk vatanseverin sarf etmesi gereken ve vatandaşlık kimliğinin bir parçası olarak görüldüğünden olsa gerek yargı makamlarını harekete geçirmemiş ve bu davranış ve eylemleri cezasızlıkla karşılayarak, soruşturma konusu dahi etmemişlerdir. Çünkü o savcı ve yargıçların tutumlarından, bu nefret söylem ve davranışları her Türk vatandaşın sarf etmesi gerektiği ve bunların evrensel temel insan hakları ölçeğinde birer suç oluşturmayacağı hakkında en ufak bir şüphelerinin dahi olmadıklarını anlamak zor değildir. Çünkü bu söylemlerin her biri, ideolojik devlet mekanizmasının eğitim ve hizmet araçları ile istikrarlı biçimde dolaşıma sokulmakta, yetersiz kalındığı düşünüldüğünde (çok zaman) ise hiçbir zaman bağımsız olamamış, devletle ilişkilenmiş yazılı, görsel ve işitsel medya aracılığıyla topluma zerk edilmiştir. Çünkü bu güzel memleketimde her şey o kadar normalleştirilmiş ki bu nefret söylemlerinin birer atasözü olarak her yerde kullanılması kültürel zenginlik kabul edilmiştir! En basitinden birer vatandaşlık kriterlerinin belirleyicisi oluvermiş bu söylemler nasıl olur da suç olabilir, şimdilerde akademisyeninden yazarına, hukukçusundan gazetecisine bu soruyu sorup durmakta! Bugüne kadar o makbul olmayan kimliğe karşı işlenen cinayet, tecavüz ya da gaspta birer hafifletici neden olabilecek söylem, yakıştırma ve davranış ne oldu da kendisi birer müstakil suç olabilir?

Çoğu vakada olduğu üzere nefret cinayetin kendisi değil, cinayetin kolaylaştırıcısı ve sıradan perdelemesidir!

Öyleki bazı zamanlar konuya dair hassasiyet gösterenler dahi nefretin nerden, kimden sürekli oluşturageldiğini, sürekli birer kimlik parçası olarak üretilip durduğunu, unutturulmadığını, vakalar içine serpiştirildiği ve kolaylaştırdığını kaçırabiliyorlar. Bu da çok normal, çünkü hiçbir ülkeye benzemez tarih ve davranış modeli vardır Türkiye'nin. Mesela derinleşerek halen süren Zirve davası katliamı üzerinden bakılacak olunursa; katliam organizasyonunu gerçekleştirenlerin katliamı yapan tetikçilere öncelikle bu zehirli ortamın silahı olan ırkçılık ve nefret söylemini nasıl fazlasıyla zerk ettikleri onlarında nasıl bu zehri çevreleri ile birlikte almaya hazır olduklarını görmeniz mümkündür. Aynı şekilde Rahip Santoro ve Hrant Dink cinayetinde de benzerdir. Öyle ki birer "devlet görevi haline dönüşen bu eylemlerde" nefret ve ırkçılık bu cinayetlerin işlenmesinde yalnızca kolaylaştırıcı birer silah olarak karşımıza çıkmaktadır. Onunla kalmamakta failin cezasızlıktan yararlanması hatta biraz ötesi kahraman yapılması için çok önemli bir araç olarak. Yani bağımsız olarak, tek belirleyici, hedef gözeten argüman veya araç olarak değil. Bu tip merkezi bir organizasyon planlı cinayetin işlenmesi için nasıl ki ateşli bir silah ya da bıçak kolaylaştırıcı bir araç olarak kullanılıyorsa aynı eş değerde hatta daha fazlası cinayetin işlenme araçları arasına nefret ve ırkçılık saikini yerleştirmek eylemin kolaylaştırıcılığını sağladığı gibi faillerin cezasızlığını da sağlayabiliyor. Eylemi hedefleyen büyük örgüt kullanacağı tetikçilere eylemi gerçekleştirirken ve daha sonra eylemden sonra cezasızlık durumunun yargısal araçlarını oluşturmak için tüm bu “kolaylaştırıcı” araç olan nefret ve ırkçılığı adım adım örüldüğüne şahit oluyorsunuz. Onlar için failleri hazırlamak zor değil. Çünkü MGK’sından hükümet ve meclis birleşenlerine, askeri eğitimden tüm akademik dünyaya, dinsel kurumlardan tüm yerel ve merkezi medyaya, eğitim kurumlarından yargı kurumlarına sistematik biçimde nefret ve ayrımcılığa özel önem verilerek toplumun tüm hücrelerine sürekli faş edilmektedir de ondan. Hatta sistemin aktörleri yani mühendisleri dahi bir noktadan sonra yarattıkları bu canavara öyle inanır ve içselleştirirler ki ürettikleri ideolojiye en ufak bir şüphe duymadan o nefret ve ayrımcılığa içtenlikle inanmaya başlarlar.

 Fazla ayrıntıya girmeden şunu söylemek yeterli olur sanırım; Rahip Santoro cinayetini 15 yaşındaki miyop ve eline silah almamış çocuğa işleten ya da işletmiş gibi görülmesini sağlayan yapı, o çocuğun eline Glock marka silahı tutuştururken aynı zamanda eyleminin bir devlet işi olduğu yolunda kendisine rol verirken faile aynı zamanda bolca nefret ve ırkçılığı boca etmeyi ihmal etmemiştir. Yani buna benzer cinayet ve katliamlara imza atan kontragerilla/özel harp merkezli vakalarda nefret ve ırkçılık eylemde bir kolaylaştırıcı olurken yargılama aşamasında ise birer cezasızlık halini alması sağlanmaktadır. Öte yandan da bu ideolojik iktidar odağı, konumunu diğerlerine göre bu mevcut nefret üzerinden daha da güçlendirerek eylemin gerçek aktörlerine ulaşmasını engellemektedir. Böylelikle nefreti üreten ve cinayette birer perdeleme ve kolaylaştırıcı işlevi de gördüren bu yapı, her daim gizli veya açık iktidarını sürdürüp durur. Cinayetin yalnızca bir nefret eylemi olduğunu göstermek, söyletmek organizatörlerin bulunmasını ve onlara ulaşılmamasını sağlar ve onlara bir daha bu ortamı hazırlamak için psikolojik, ideolojik, sosyolojik ve hukuksal imkan ve araçları verir.

Bu ortamın "kırmızı çizgiler" arasındaki bir temanın ele alınarak bir merkezden, sistematik biçimde ve hemen hemen herkesi içine katarak nasıl oluşturulduğunu ve o zehirli ideolojik nefret ortamının nasıl hazırlandığını merak edenler herkese açık olan Zirve davasının son iddianamesinin okunması şiddetle tavsiye edilir. 

Nefret söylemlerini hapis cezası ile yaptırıma bağlamamız zorunlu mudur? 

Şimdi gelelim asıl soruya nefret ve ırkçılık söyleminin tek ırk, din, ideoloji üzerinden biçimlendirildiği ve bolca katliamların gerçekleştirildiği Türkiye gibi bir ülkede söylemin kendisinin birer hapis cezası ile cezalandırılması düşünce ifade özgürlüğünü kısıtlar mı kısıtlamaz mı?

Öncelikle Türkiye’de Alevilere, Hıristiyanlara, Solculara, Kürtlere karşı işlenen belli başlı katliamların hiçbirinin kendiliğinden durup dururken ortaya çıkmadığı, nefret ve ırkçılığın bu eylemleri gerçekleştirecek bireysel ve kitlesel tetikçi katillere birer savunma aracı olarak kullanıldığını görmemiz gerekir.

Nefret ve ırkçılık söyleminin tüm modern dünyada düşünce ve ifade özgürlüğünün istisnalarından biri olarak kabul gördüğünden, düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında korumaya alınmaz. Peki yaptırımına Ceza Kanunda yer vererek hapis cezası ile cezalandırmak mı gerek? Özgürlükçü bir bakış açısıyla bakıldığında bu suçun söylem boyutunda yaptırımına hapis cezası ile cezalandırılması yersizdir. Bu tür söylemler hapis cezası dışında tazminat ya da idari yaptırımlara konu olabilir.

Ama söylem sahibi aynı zamanda bir başka eylem olarak bu söylemi araçsal olarak kullanmışsa mesela cinayet, müessir fiil, cinsel saldırı, hedeflenen o topluluğa zarar verecek müdahaleler, mala zarar verme gibi eylemlerde o eylemin birer ağırlaştırıcı saiki olarak cezası ağırlaştırılabilir.

Nefret söylemlerin hapis cezası dışında yaptırımlara bağlanması düşüncesine ek olarak şu hususun altını da çizmeden geçemeyeceğim.1915, 1937-38, 6-7 Eylül 1955 ve devam eden trajedi ve katliamlarla yüzleş(e)memiş ve inkar temelli yaklaşım sergileyen Türkiye gibi bir ülkede eşit vatandaşlık hukukuna tabi tutulmayan kesimlerin tüm bu nefret ve ayrımcılık içeren söylemlerden kendilerine aynen 'şiddet' uygulanmış gibi travmatik olarak çok fazlasıyla etkilendiklerini, yine haklı olarak her an aynı şekilde hedefe konulma potansiyelini sıcağı sıcağına benliklerinde yaşadıkları gerçeğini unutmamız gerekir. Bu gerçekler karşısında bu söylem ve davranışların birer düşünce ve ifade özgürlüğü olarak savunulması ise amacın ruhunu da özünü de aykırıdır.

 Fakat benim de haklı olarak katıldığım kaygılardan birinin mesela; Kürt veya Ermeni meselesi ile ilgili barışçıl beyan ve itirazların bugüne kadar nasıl ki Türklük hassasiyeti ile test edilerek maruz kaldığı cezasal yargısal linç uygulamasının benzer biçimde diğer din, inanç veya inançsızların maruz kaldığı hususlar ya da dindar bir nesil yaratma söylem ve icraatlarına karşı geliştirilecek söylemlerinde İslamofobi üzerinden değerlendirilerek sürekli bir cezalandırılma tehdidi altında kalacağı hakkındaki endişelerdir. Yani yine tersinden ayrımcılığın önlenmesi konusundaki sarf edilecek düşüncelerin çoğunluğu oluşturan Müslüman topluluk açısından din hassasiyeti üzerinden kampanyalara ya da hükümet hassasiyetlerine maruz kalarak birer İslam karşıtı olarak değerlendirilip yargısal lince maruz kalma endişesidir.

Hükümet ve yargı organlarının özellikle bu konuda neyin nefret söylemi ve ayrımcılığın oluşturacağı hakkında gerek AGİT kararları gerek Avrupa Konseyi ilkeleri ile uluslararası temel insan hakları ışığında uluslararası mahkemelerin verdiği kararlarla ile bu temelde evrensel yargı ilkesi bağlamında içtihatlar oluşturmuş ülke uygulamalarının birer klavuz oluşturacağının altını fazlasıyla çizilmesi ihtiyacı bulunmaktadır. Hükümetin dil, söylem ve uygulamalarının belirleyeceği yanında ayrıca nefret ve ayrımcılık konusunda yargının temel hukuksal formasyondan geçirilmesi gerçeği ile karşı karşıya olduğumuz da unutulmamalıdır. Aksi takdirde iyi bir adım ve uygulama geçmişte nasıl Türklük merkezinden tersi yorum pratiği ile mağdurlar yaratmışsa bugün de İslam hassasiyeti ile her şeyi İslamofobi değerlendirmeleri üzerinden yaratılmamalıdır. 

Tabi en önemlisi olarak gördüğüm, bu konuda yasal düzenlemeyi tamamlayacak, işlevselleştirecek ve çok az ihtiyaç duyulacak hale getirecek adımın; Aldığı tavsiye kararları ile (son birkaç yıl olmaması gelecekte eski işlevine dönmeyeceği anlamını taşımaz) İcracı hükümetlere, askeri ve sivil tüm kurumlara birer talimat gibi yansıyan ve sistemi en yukarıdan örülmesinin sağlayan Milli Güvenlik Kurumunun tasfiyesi ile zorunlu askerliğin kaldırılmamasının zorunluluğudur. Yine kendi iç eğitim sistemleri ile koca bir ordu ve emniyet teşkilatının ayrımcılık ve önyargı ile yetiştirilmesinin önüne geçmenin önemi yanında, TSK'ya bağlı Psikolojik Harp Merkezlerinden Özel Harp Dairesi ve onun etkilediği eğitim, adalet, içişleri gibi icracı bakanlıkların etkili biçimde masaya yatırılarak evrensel insan hakları bağlamında revize edilmeden ne nefret ve ayrımcılığın ne de bunların birer silah olarak konularak ve kullanılarak işlenecek eylemlerin sonu gelir.