Din adına kendinden farklı olanı tahakküm altına almak, asimile etmek ya da öldürerek ona yaşam hakkı tanımamak; ülkemiz ve yakın komşu ülkelerde neredeyse günlük yaşamın olmazsa olmazı oluverdiğinden mi olsa gerek, bu siyasi çarkı döndüren muktedirlerin takviminde tersinden bir yaşamı kurma ne programına rastlarız ne de çabasına.

Olan bitene insan hakları perspektifinden küçük bir sorgulamaya dahi ise anında karşı savunma gerekçelerinin hep hazır olduğunu görüyoruz. O hepimizin malumu olan gerekçeler ya “dine, peygamber ve kutsallarına hakarete müslümanlar sessiz mi kalmalı”, ya “asıl bu ağır tahriki yapanlar sorgulanmalı ” veya “tüm bunlar Batı emperyalizminin oyunları ve onlara karşı öfkeli birkaç muhalif gencin anlaşılması gerekli eylemleri” ya da en en çaresiz kalındığında verilen cevap “tüm bu olan biten gerçek İslamı temsil etmiyor” savunusudur.

Yukarıdaki argümanlara İslamcı cenahtan yazar, çizer ve siyasetçilerden sarılmayanı o kadar azdır ki aynen mevcut hükümet/devletin onlarca yıldır uygulaya geldiği inanç asimilasyonuna esaslı karşı çıkanlar kadardır.

Çünkü çoğunluğu Alevilerin, Hıristiyanların, Musevilerin, ateistlerin yani İslam dışında tüm farklı inanç veya felsefe sahiplerinin eşit vatandaşlık haklarından yararlandırılmamasını olağan kabul ederler. Aksi durum ya İslam’a nifak sokmak ya da dinden sapmak olarak sınıflandırılır.

KENDİLERİNİ EMANET EŞYA BÜROSU OLARAK GÖREN SİYASAL İSLAMCILAR

Ve ne zaman ki bu konular gündeme geliverse önce geçmişteki başörtüsü/türban yasağının yarattığı mağdurluklar bir kez daha bitmez tükenmez biçimde bugünün ve geleceğin mağdurluk hali olarak tescillenerek ortama sürülür. Sonrasında da o üstenci dil ve davranışın biricik vazgeçilmez lügatı; “hoşgörülülük” öğüt ve temennileri bolca ortama zerk edilir. Son adımda da Türk ve Müslüman olmayanların kendilerine zimmetlendirildiği muştulanır ve konu bir daha açılmamak üzere gündem dışına atılır. Sonuçta kendilerini bu şekilde emanet eşya bürosu olarak gören siyasal İslamcıların, kendilerinden farklı olanın öyle veya böyle bir gün ya İslam’ın üstünlüğünü kayıtsız şartsız kabullenileceğine ya da tüm “kafirlerin” bir gün mutlaka müslüman olacağına dair inanç ve düşünceleri tamdır. Zihinlerinin geri planında sürekli diri tuttukları bu hedeflerin bazen söylem bazen de uygulama biçimde dış dünyaya yansımasından da hiç rahatsız değillerdir.

Paris’teki Charlie Hebdo katliamı sonrası İslam tandaslı grupların çoğunun dışa vurdukları ya da vuramadıkları tepki ya da tepkisizliğin merkez üssü işte bu mutlak haklılık ve mazlumluk halidir.

Sanki şu son bir asırda bile onbinlerce Alevi veya Hıristiyan, Türk-İslam bayraktarlığı ile katledilmemiş ve halen bu tehdit altında bulunmuyorlarmış gibi Türkiye’nin hep güllük gülistanlık bir memleketmiş gibi sunulması sanırım bu memlekete ve komşu coğrafyaya yapılacak en büyük zarardır.

Sanırsınız ki o milyonlarca Alevinin onlarca yıldır eşit vatandaş olabilmek için sürdürdükleri mücadelelerinin önlerindeki biricik engel de o emperyal Batı’dan başkası değildir.

Paris katliamı sonrası zirve yapan bu türden anlatımların sonucunda yine sanırsınız ki Batı’nın şu iki yüzlü bazı politika ve katliamları olmasa İslami gruplar tüm bu olan biten barbarlıkla ve asimilasyon politikaları ile temelli yüzleşecekler. Batı’nın bu politikaları yüzünden o nedenledir ki İslam inancı adına yola çıkan cihatçıların katliam ve uygulamaları tam anlamıyla kınanmaz ya da önlenmez. Aksi halde “o büyük resim” görünür olmaktan kaçar!

Fakat birileri kalkıp da onlara “ya kardeşim önce dönüp kendi memleketinin ayrımcılıklarına, ırkçılıklarına ve günlük şiddet pratiklerine dönen uygulamalarına bir bak ve önce onları önlemeye çalış da ondan sonra Batı’ya es gürle” dese anında o kişi İslam düşmanı oluverir.

Ama şu gerçek ki hem bu soru ve sorgulamalardan rahatsız olmayıp hem de sorgulamaları yapanları din düşmanı ilan edenlerin bir tek amacı ortaya çıkar ki o da: İslam adına işlenen tüm suç ve katliamları karartmayı ve unutturmayı amaçlamaktır.

Memleketindeki Alevi’nin, Hıristiyan’ın, Musevi’nin ve inançsızın haklarının eşit hukuki güvenceye kavuşması için parmağını bile kıpırdatmayan, sınır boyunca barbar IŞİD çetelerini madden veya manevi yönden destekleyenler Batı ve Baas rejimlerini eleştirse ne olur eleştirmese ne olur? Oportünist siyasal bir eleştirinin dünyada kıymeti harbiyesi olur mu?

Sürekli barbarlığa gerekçeler üretip, işlenen vahşet ve asimilasyonlarla yüzleşmeyen siyasal İslamcı kesimlerin bu tutumu İslamobofiyi önlemediği gibi aksine daha da derinleşip büyümesine yol açıyor.