Katliam ve cinayet haberlerinin gündemimizi meşgul etmediği bir hafta geçmiyor.

Çalışana iş güvenliği sağlanmadığı gibi yayaya, yolcuya yaşam güvencesizliğindeki çaba göz yaşartıcı.

İşçi kıyımını adeta sosyal yaşamın bir gerçekliğine dönüştürmeye çalışan bir iktidar ve onun hukuku ile sık sık karşı karşıya gelen biz ölümlü Romalılar.

“İşin fıtratından” “sektörel kazaya” dönüşen kıyım fütursuzluğuna karşı partizan statüsünden görevlendirilmiş savcı ve yargıçlar ise adeta sağır sultan.

Çünkü öyle meşguller ki; bir kısmı mesaisinin nerdeyse tamamını 17-25 Aralık yolsuzluk soruşturmasını darbeye dönüştürmek ve kapatmakla meşgul.

Geçen hafta Cardiff’te bir araya gelen NATO üyesi devletler ise en yakıcı biçimde hem kendilerinin hem de Türkiye’nin kaderini doğrudan ilgilendiren gündemi ele alırken neredeyse aynı hukuki aymazlık ve vizyonla uyumlu haldeler.

Zaten nasıl olacaktı ki? Elbette ki finans kapitalin iktidar perspektifi gereği, coğrafi, ekonomik ve siyasal yayılmacılık politikalarına uyumlu biçimde önceliklerini insana, doğaya ve kültüre ayıracak değillerdi. Varsa yoksa kar marjlarını daha fazla nasıl artıracaklarının hesabındalar ve bu yöndeki politikalarını sürekli güncellemekteler. Biz ölümlü sıradanlar ise bu gerçeği her seferinde unutup olayları seyre dalmakla meşgulüz!

Fakat seyre nasıl dalınmasın ki; bu toplantı Dünya’ya; IŞİD vahşetini sonlandırma ve yıkımını önleme hususunda kararlar alınacak diye yansıtıldı. Halbuki zirvenin asıl meşguliyeti; toplantıdan çıkan sonuca da bakıldığında rahatlıkla görüleceği üzere; NATO kurucuları, birkaç yüzyıllık rakipleri Rusya’nın siyasi ve ekonomik nüfuzunu daraltarak kendi sınırlarına hapsetmekle meşguller!

IŞİD vahşetinin insanlığa verdiği zararın yok edilmesi ek başlığında Zirve’den çıkan sonuç ise tam da NATO’nun misyonuna uygun hal ve biçim ile noktalanmış. Zirvede, IŞİD vahşeti ve potansiyel varlığını sonlandırılmaktan çok IŞİD’in varlığını ve oynadığı rolü biraz daha sürdürmesine göz yuman ve hatta el altından desteğe devam edilmesine kapı aralayacak romantik propagandalar eşliğinde Irak merkezi hükümetine kısmı hava desteği ve silah yardımı sunulacağı kararları alınmış! Ve temenniler.. Şaka gibi görünen bu kararlarla; aktör devletler IŞİD cehenneminin birer yaratıcısı olduğunu unutmadan aynı zamanda nasıl da melek rölü oynayabileceklerinin bir kez daha prömiyerine çıkmış gibiler!

NATO kurucuları, çarkıfelek siyasetlerini sürdürürken yıllardır cihatçılara desteği ile dünya gündemine giren Türkiye de bu resimde kendine göre pozisyon almayı ihmal mi edecek? Elbette ki etmeyecek.

Cumhuriyet gazetesinden Duygu Güvenç’in zirveden aktardığı notlarında IŞİD ile ilgili kısma baktığımızda şunu görüyoruz:

Türkiye’yi temsilen zirveye katılan yeni Cumhurbaşkanı Erdoğan zirvede görüştüğü liderlere; “IŞİD’e karşı oluşturulacak bir koalisyon Esad’ı güçlendirmesin. Biz bölgedeki radikal grupların artacağını söylemiştik” demiş ve ayrıca “Suriye muhalefetinin desteklenmediğini” anımsatmış.

IŞİD aleyhine zirvede oluşturulan koalisyona karşı rezervlerini daha dertli toplu olarak ise şu şekilde ileri sürmüş;

- Rehinelerimiz zor durumda. Sizin gazetecilerinizin başına gelenlerin onların da başına gelmesini istemiyoruz

- Bölgedeki dengeleri değiştirecek bir koalisyon süreci olumsuz etkiler. Bağdat yönetiminde etkin olan Şiilere silah verilmesine karşıyız. Bu geçmişte yapılan hataların tekrarı olur. Biz 2003’te de bu konuda sizi uyarmıştık

- Bölgede devam eden bir çözüm sürecindeyiz. Bu süreçte silahların kontrolsüz bırakılması bizim iç barışımıza da tehlike oluşturur, çözüm sürecimizi geciktirir

- Bölgede düzenlenecek bir operasyon, Suriye’deki Esad yönetiminin elini güçlendirmemeli. Rusya’nın Suriye konusunda izleyeceği tavır önemli.”

(http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/dunya/115441/Erdogan_in_ISiD_cekincesi.html)

Türkiye, ihmali ile rehin olmalarına sebebiyet verdiği 49 konsolosluk görevlisinin IŞİD’in elinde olmasını ileri sürerek sunduğu şerhlere bakıldığında sanki 49 rehine kurtarılsa da IŞİD ile gelecekte dahi mücadele edemeyeceğini deklere ediyor!

Tamam her ne kadar Türk hükümetinin ağır ihmali de olsa 49 canın kurtarılması için bir devletin elinden gelen her şeyi titizlikle yapması şarttır, bu anlaşılır.

Fakat öte yandan binlerce canı yıllardır kese kese ya da tecavüz ede ede ilerleyen bir vahşet yapılanmasına müsamaha gösteren politikalardan vazgeçileceğine dair herhangi bir ibareyi bu açıklamanın herhangi bir yerinde görmek neden mümkün görünmüyor?

Yukarıda açıkladığımız gibi bu yaklaşımın bütününde IŞİD ile mücadeleden çok ‘Şiilerin ve Kürtlerin eline silah geçmesin’ kaygısı ile büyük potansiyeli IŞİD’e katılmış yada ona biat etmiş Suriye muhaliflerinin halen neden desteklenmediğine dair sitem bulunmaktadır.

Erdoğan’ın zirvede “…bölgede radikal unsurların güçleneceğine dair 2003 yılındaki uyarısının ciddiye alınmadığı” vurgusu ise sorumlu bir dış politika öngörüsünden çok uluslararası insan hakları mevzuatının cezai sorumluluğundan sıyrılmaya yönelik bir savunma çabası olarak görünmekte.

Çünkü; Türkiye rehine krizinden önce de cihatçılara yönelik müdahaleyi hiçbir zaman gündemine almadı. NATO veya BM Güvenlik Konseyi tarafından alınabilecek bir müdahale kararına karşı da fazlaca isteksiz olacağı görülmekte. Bunlar söz konusu iken 2003 yılında biz sizi uyardık mealindeki sarf edilen sözler tümüyle ciddiyetten uzak sorumluluk savar çabalardır.

Aynı şekilde; Türkiye’nin zirvede ileri sürdüğü rezervlerinin mantığına bakıldığında öncelik rehinelerin kurtarılması hedefi içinde mevcut IŞİD vahşetini sonlandırmada bir yol haritası çizilmesinde yer almaktan çok “aman karışmayın durum öyle dağınık kalsın” perspektifi hakimdir.

Türk hükümeti IŞİD’e ve yörüngesindeki cihatçı yapılanmalara karşı ülke toprakları içindeki hükümran hukuksal yetkilerini kullanarak, yani normal bir hukuk devleti politikası izlese dahi rehinelerin hayatını tehlikeye sokmadan IŞİD vahşetine karşı çok önemli adımlar atmış olur. Yani sınır ötesi askeri müdahale yapmasına dahi gerek duymadan. Yeter ki hukuk devleti niyeti ile hareket etsin. Yoksa rehineleri her seferinde ileri sürüp cihatçılara yönelik anlayış ve hoşgörüsünü saklama çabası bölgedeki halkların katline göz yummak kadar rehine 49 canın hayatını daha fazla riske sokmaktan başka bir şey değildir!