11 Eylül öncesi İslam, Batılı aşırı sağcıların hedefi değildi. Fransa'nın aşırı sağ partisi Front National'in başkanı, Erbakan'ın konuğu olmuştu.

Norveç’te Andres Breivik’in giriştiği katliam ‘münferit’ temalı bir tartışmaya yol açtı. Biz memleketimizde bu ‘münferit’ gerekçesine çok alışığız. Bir cinayet ya da katliamın ardından devlet büyüklerimizin kaç defa “Bunlar münferit vakalardır, cinayeti işleyenler meczuptur, akli dengesi yerinde değildir” diye sayıkladıklarını duymadık mı?
Batı’nın muhafazakâr ve sağcı kanaat önderleri de Breivik vakasında bu meşhur münferitlik ipine sarılmış halde. Oslo ve Utoeya katliamının sorumlusu Breivik’in fikirlerinin zannedildiği kadar marjinal olmaması da bu savunmayı gerektirmişe benziyor.
Adamın görüşleri, ABD’nin histerik sağcı karnavalı Çay Partisi’nden Fox TV’nin hırçın televizyon yüzlerine, Hollanda’nın yabancı düşmanı parti başkanı Geert Wilders’den Nixon’ın danışmanlarından Pat Buchanan’a kadar birçok kaynaktan devşirilmiş. Batı’nın yeni kuşak sağ partileri bir fantezi dünyasında yaşıyor. Mesela Geert Wilders, Faslıların Hollanda’yı sömürge haline getireceğini söylüyor. 

Obama-Deccal vakası
Bu yeni aşırı sağ ailenin takıntısı ise İslam. Birçoğu İslamın Deccal’ın dini olduğuna inanıyor. Hatta siyaset bilimci Chip Berlet’in aktardığı bir ankete göre, New Jersey’deki Cumhuriyetçi seçmenin % 15’i Barack Obama’nın Deccal olabileceğini düşünüyor. Durum öyle ki bir grup aşırı sağcıya göre Breivik daha ılımlı kalıyor. Haliyle muhafazakâr ve sağcı kalemşorlar, kendilerini Breivik’in katliamından soyutlamaya çalışırken zorlanıyor. Savunmaları kısaca “Bu adam deli ve biz şiddete karşıyız” şeklinde özetlenebilecek bir temele dayanıyor.
Oysa Breivik’in siyasi fikirlerini oluşturan, Batı’nın İslam ve göçmen karşıtı yeni sağcıları. Bu akımlar eskisi gibi değil. 11 Eylül’den sonra kendilerini İslam ve göçmen karşıtlığı üzerinden yeniden kurguladılar.
11 Eylül öncesi İslam, öncelikli hedefleri arasında değildi. Hatta Fransa’nın aşırı sağ partisi Front National’in başkanı bundan 15 yıl önce Erbakan’ın konuğu olarak Altınoluk’ta tatil yapmıştı.
11 Eylül sonrası Bush’un ektiği rüzgâr, fırtına olarak biçilmeye başlandı. The Guardian’a bir makale yazan aşırı sağcı siyasi akımlar üzerine uzman akademisyen Matthew Goodwin, bütün Avrupa’nın endişeli olması gerektiğini söylüyor. 

Neo-Nazilerin sonu
Boşuna da söylemiyor bunu. Dazlak kafaları ve artık komik ritüelleriyle neo-Nazilerin alabileceği halk desteği sınırlı. Beyaz ırkın üstünlüğü safsatası da artık kimseyi ikna etmiyor. Ancak hayat tarzı, kültürel değerler, sosyal uyum gibi konular üzerinden siyaset yapan yeni popülist, göçmen ve İslam karşıtı akım tehlikeli.
Bu partilerin destekçileri, eskisi gibi neo-Nazi damgası yemiyor, kendilerini çok da aşırı hissetmiyorlar. Breivik gibi kendileriyle aynı görüşü paylaşanları, münferit vakalara imza atan meczuplar olarak görüyorlar. Dahası, laiklik ve cumhuriyetçilik kavramlarını, görüşlerini yaymak için kullanıyorlar. Daha önce şöyle yazmıştım: “Yurtdışından Türkiye’deki gelişmeleri kaygıyla izliyor gibi görünen kimi yazarlar da aşırı sağcı akıma dahil. Laiklik ilkesine gerçekten sahip çıkanlarla bunu yabancı düşmanlıklarını maskelemekte kullananlar arasındaki farka dikkat etmek önemli. Neticede anlık çıkar ilişkileri sebebiyle Le Pen’le tatil yapan Erbakan ve avanesiyle aynı konuma düşmenin bir manası yok.”
Türkiye’de laikliği savunan kesimlerin Batı’daki bu yabancı düşmanı akımı iyi tahlil etmesi gerek. Aynı şekilde Türkiye’deki muhafazakârların da memlekette sürekli artan kendisine benzemeyene tahammülsüzlüğü dikkate almalarında fayda var.