Diyarbakır’dan Kürt siyasi hareketine bakış -2

Önceki gün Demokratik Toplum Kongresi’nin (DTK) genel kurulunun açılışında yaptığı konuşmada DTK Eşbaşkanı Aysel Tuğluk’un şu sözleri başlığa çıkartıldı: “Kürtler şu saatten sonra kaybetmez ama kaybettirecek güç ve konuma sahiptir.”

Son derece çarpıcı, Tuğluk her ne kadar “kastım bu değil” dese de üstü örtülü tehdit içeren ve kanımca doğru bir cümle. Ama bu cümle eksik. Evet, “Kürtler şu saatten sonra kaybetmez”, yine evet “Kürtler kaybettirecek güç ve konuma sahiptir” ama kaybetmeyecek ve hatta kaybettirebilecek olmaları Kürtlerin illa kazanabilecekleri anlamına gelir mi?

Hatırlayanlar olacaktır, 12 Haziran seçimlerinin hemen ardından kaleme aldığım “Yakın tehlike” başlıklı bir yazıda, ülkemizde yaşanan kıran kırana iktidar mücadelesinin mağluplarının, ellerindeki tüm silahları teker teker yitirmenin telaş ve öfkesiyle, “düşmanımın düşmanı dostumdur” mantığıyla Kürt siyasi hareketine ellerinden gelen desteği vermeye hazır göründükleri uyarısında bulunmuştum.

Çünkü AKP’nin yükselişinin ve iktidarını adım adım pekiştirmesinin önündeki yegane engel artık Kürt sorunu ve buna bağlı olarak Kürt siyasi hareketidir. Dolayısıyla AKP’den rahatsız olan iç ve dış odakların yatırım yapabilecekleri tek konu “Kürt sorununun derinleşerek sürmesi”, tek aktör de Kürt siyasi hareketidir.

Bu bağlamda, sözünü ettiğimiz odakların herhalde en büyük hayalleri Kürtlerin mevcut siyasi iktidarı alabildiğince hırpalamaları, hatta onun havlu atmasına sebep olmalarıdır. Açıkçası, Kürt siyasi hareketi bu gücün hiç de uzağında değil. Yani PKK eylemsizlik çizgisini alenen terk eder, başta Güneydoğu ve büyükşehirler olmak üzere her yerde silahlı eylemlere ve kör terör saldırılarına yönelirse, yasal Kürt hareketi de bu şiddet ortamına paralel olarak sivil itaatsizlik kampanyasını bıraktığı yerden sürdürürse Türkiye çok kötü noktalara sürüklenebilir.

Böylesi bir felaket senaryosundan en çok siyasi iktidarın zarar göreceği kesindir. Kürtler de çok derin yaralar alırlar ama Tuğluk’un da söylemiş olduğu gibi, kaybetmeyebilirler. Fakat kazanmayacakları da aşikârdır. Böylesi bir gelişmeden kazançlı çıkacak olanlar, sözünü ettiğimiz iç ve dış odaklardır ki onların esasında Kürtlerden hiç de hazzetmedikleri malumdur.

Mecburen baş başa

Bu felaket senaryosunun önüne geçmek mümkün, hatta son derece kolay fakat ortada çok ciddi bir engel var: Sorunun iki ana aktörü, yani AKP ile Kürt siyasi hareketi birbirine güvenmiyor. Karşılıklı güvensizliğe ek olarak, her iki kanadın da bir tür “özgüven patlaması” yaşaması işleri iyice zorlaştırıyor. Çünkü önlerine çıkarılan onca engele rağmen alıp başlarını giden, diğer bir deyişle birileri vurdukça büyüyen iki siyasi hareket söz konusu.

DTK Genel Kurulu vesilesiyle bulunduğum Diyarbakır’da Kürt hareketinin çok sayıda aktörüyle görüşme imkanı buldum ve bunların çoğunun AKP’ye çok mesafeli, eleştirel, hatta öfkeli olduklarını bir kez daha gördüm. Bu arada haksızlık etmeyelim, “açılım sürecini iyi taşıyamadık, CHP ve MHP’den bile sert çıkıp AKP’ye haksızlık ettik” diyenler de oldu.

Ancak bütün bu uçuruma rağmen hemen hepsi Kürt sorununun bir an önce çözülmesini arzuluyor ve bu konuda tek muhataplarının AKP olduğunu kabul ediyorlar. Yani pek istemeseler de bu sorunu AKP ile çözmek zorunda olduklarının bilincindeler fakat bunun nasıl gerçekleşebileceğini pek kestiremiyor ve belki bunun da etkisiyle sorumluluğu tümüyle Öcalan’a yüklüyorlar. (Kürt siyasi hareketinin yasal kollarını muhatap almaya pek istekli olmayan devletin belli bir süredir Öcalan’la sistematik olarak görüşüyor olması ilk bakışta garip, ama hareketin gerek yasal, gerekse yasadışı kollarının Öcalan’ın çizgisine harfiyen uydukları düşünüldüğünde özünde anlaşılır bir şeydir.)

Dolayısıyla “ne yapmalı?” diye sorduğunuzda aldığınız cevap, genellikle “Öcalan’ın koşulları iyileştirilmeli” oluyor. Yani PKK Lideri’nin, sonu “ev hapsi” ile bitecek şekilde İmralı’dan çıkarılması kastediliyor. Hükümet bu talebe sıcak bakar mı? Baksa bile genel kamuoyu böylesi bir gelişmeyi benimseyebilir mi?

Ortamı hazırlamak

Düğümün ancak Öcalan’la görüşmeler üzerinden çözülebileceğine, bunun için de onun bazı kişisel taleplerinin yerine getirilmesi gerektiğine inansak bile Türkiye’nin bu duruma hazırlanması gerekir ki gerek hükümet, gerekse Kürt hareketi tarafından son günlerde yapılan açıklamalar ve atılan adımlar ortamı yumuşatmak yerine daha da gerginleştiriyor.

Bu noktada yasal siyasi hareketin önde gelen bazı isimleriyle konuştuğumda, kendilerinin her türlü diyalog ve temasa açık olmalarına rağmen hükümetten pozitif mesaj ve sinyaller alamamaktan şikayetçi olduklarını gördüm. Emin olun benzer şikayetler hükümet çevrelerinden de geliyor, onlar da açılımı kaldığı yerden sürdürmek istediklerini ama Kürt hareketinin ellerini güçlendirmek bir yana, kendilerini zor durumda bıraktığını söylüyorlar.

Galiba bu karşılıklı güvensizliğin aşılması için öncelikle TBMM’nin açılışını beklememiz gerekecek. BDP’liler 1 Ekim’de olmasa bile, çok fazla uzatmadan Meclis çalışmalarına dahil olacağa ve yeni anayasa sürecine aktif bir şekilde katılacağa benziyorlar. Fakat 1Ekim’e kadar tam iki ay var ve bu süre zarfında, yazı boyunca sözünü ettiğimiz iç ve dış odaklar tarafları birbirlerine kırdırmak için ellerinden geleni yapabilirler.