Bazı dönemler vardır…

Öyle bir baskı hisseder ki o ülkede yaşayanlar...

Seslerini çıkartamadıklarını hissederler…

Çıkartsalar da duyulmadıklarını…

Duyulsalar da işitilmediklerini…

 

İşte böyle anlarda daha karanlık hatıralar gelir akla hemen.

Geçmiş korkular depreşir, karabasanlar yükselir.

Yahudilerin bazı ülkelerden yükselen “İsrail yok olsun” çıkışına karşı soykırım tedirginliği yaşaması gibi.

 

Bugün de Türkiye bir faşizm korkusu yaşıyor.

Geçmişte sık sık yaşadığı için, bir kez daha bu karanlık dönemlere dönmekten çekiniyor.

Üstelik kısa süreli bir endişe de değil bu.

Bir kesim için 2002’den bu yana her geçen gün haberlerle katlanan bir kabus.

Şu an nasıl bir dönemden geçtiğimizi belki 10 sene sonra anlayacağız.

90’lı yılların Güneydoğu’da kanla yazılan tarihini toplum olarak 2000’lerde farkına vardığımız gibi.

 

İşte böylesi “kafası karışık” dönemlerde “dengeli” muhalif olmak hayati öneme sahiptir.

Eğer güç bir kesimin eline geçmişse…

Güçler dengesi yerini tek merkezli bir odağa bırakmışsa…

Ve bu odak ister silahlı olsun ister sivil, “dediğim dedik” davranıyorsa STK’ların da (sosyal de dahil) medyanın da rolü güçlenir, “az” olanın, haksızlığa uğrayanın sesini duyurmak zaruri hale gelir.

 

Ama işte bazen kantarın topuzu kaçabiliyor.

Muhalefet olalım derken işin bilimsel yanını da kendi inandığımız doğrularımızı da atlayıveriyoruz.

 

Önce bilimsel doğrular…

Güç odaklarının sicili ne kadar karanlık olursa olsun elde bilgi, belge olmadan karara varmamak gerek. Son yaşanan süreçte içine düştüğümüz durum buydu.

Ücretsiz süt dağıtımına kimse karşı çıkmaz, çıkmamalı da.

Rant derseniz o zaten her alanda olabilir, ille de süte ihtiyaçları yok.

Kaldırımları üç kere daha yenilerler olur biter.

Asıl önemli olan çocuklara süt alışkanlığı yerleştirmek.

 

Bilimsel bir veri var ortada: Türkiye toplumunun büyük bölümü laktoz intoleranslı. Yani inek sütü bünyelerine olumsuz etki yapabiliyor. Kimimiz bunu biliyor, kimimizse bilip de görmezden geliyor.

 

Bilmeyenlere sözüm Uğur Mumcu’nun dediği gibi “bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmamaları gerektiği”…

Bilip de görmezden gelenlerinse kendilerini fazla iktidar hayallerine kaptırmış olmaları…

Keşke biraz daha sabırlı olsaydılar da laboratuar sonuçlarını bekleselerdi… Kim bilir belki de tezlerini güçlendirecekti sonuçlar...

 

İnandığımız doğruları elimizle çiğneme konusuna gelince…

Redhack sütlerinin sağlıklı olup olmadığına dair sonuçlar beklenirken bazı dağıtım firmalarının internet sitesini hackledi.

Ve şöyle bir yazı yazdı: Sütü bozuk insanların iktidar olduğu bir ülkede sütlerin bozuk olması normaldir

Bu en az olayın kendisi kadar karşı durulması gereken bir ifade değil mi?

“Sütü bozuk” tanımını kullanan bir grubun “kanı bozuk” diyen ırkçılardan ya da  “o.ç” diyerek her olayda kadınları hedef alanlardan ne farkı kalır ki?

 

Halbuki tartışılacak o kadar çok konu var ki sütlerle ilgili laboratuar sonuçları gelene kadar. Tiyatro tartışmasının ikinci plana atılması doğru mu bu süreçte? Ya da Ahmet Şık ve Nedim Şener serbest kalmasına rağmen yüzün üzerinde gazeteci hala içerdeyken, üstelik bugün Dünya Basın Özgürlüğü Günü’yken sessiz kalınması ne kadar mantıklı?

 

Ne denir, böyle muhalefeti olan ülkenin iktidarı da böyle oluyor.

 

Kalemleri özgür olduğu için bedenleri esir olan meslektaşlara Dünya Basın Özgürlüğü Günü’nde selam olsun…

 

Biz sütümüzü içip uyuyalım en iyisi. İster bozuk olsun, ister intoleranstan bünyemiz bozulsun…