Halil Berktay’ın 1 Mayıs 1977 katliamıyla ilgili sözleri, 12 Eylül darbesine giden yolda “şartları olgunlaştıran” kanlı bir olayla ilgili önemsemek gereken bir tartışmayı tetikledi. Tartışmanın odağında “katliamın sorumlusu sol mu, devlet mi?” sorusuna verilen yanıtlar bulunuyor şimdilik. Ama bence bu tartışmanın vesile olması gereken asıl sorun, yakın geçmişimizin “sol içi çatışma” gerçeğidir…

 

Kuşkusuz 1 Mayıs 77 katliamının bütün boyutlarıyla aydınlatılması, büyük önem ifade ediyor. Bu, kendine özgü orijinalitesiyle birlikte içerisinden geçtiğimiz “geçmişle yüzleşme” ve elbette ki sağlıklı, işleyen, sahici bir demokrasi inşa etme istek ve çabamızın, önemli bir boyutunu oluşturuyor. 12 Eylül darbesinin yargılanması, darbecilerin “şartların olgunlaşmasını bekledik” dedikleri sürecin bütün boyutlarıyla aydınlığa kavuşturulmasını zorunlu kılıyor. Olayı tek başına bir “darbecilik suçu” olarak ele almak son derece yüzeysel bir yaklaşım olacağı gibi, suçun önem, nitelik ve derinliğini de ıskalamak anlamına gelir. Bu kapsamda 1 Mayıs 77 katliamı, sonrasında Maraş ve Çorum katliam dosyalarının yeniden açılması ve sorumlularının açığa çıkarılması gerekiyor. Bu yapılamadan 12 Eylül darbesinin bütün yönleriyle sanık sandalyesine oturtulduğu bir yargı süreci gerçekleştirilmiş olmayacaktır.

 

Halil Berktay’ın devletin sorumluluğunun altını çizmekten imtina eden yaklaşımı elbette ki eleştiriyi hak etmektedir. Ben de doğru bulmadım. Fakat Berktay’ın çizdiği “sol içi çatışma” tablosuna ne diyeceğiz? Çok açık: 1 Mayıs 77 katliamı için “derin” güçlerin ihtiyaç duydukları provakasyon ortamı o günlerde ziyadesiyle vardı, hazırdı, “olgunlaşmış” idi. Türkiye sol hareketi çok çeşitli fraksiyonlara bölünmüştü ve bunların büyük çoğunluğu da birbiriyle en hafif tabirle “kanlı bıçaklı” idi. Sol grupların çoğu şu ya da bu sosyalist ülkenin Türkiye’deki uzantısı gibiydi ve sistemdeki bölünmüşlüğü en sert şekilde ülkemize taşımışlardı. Kimisi Mao ve Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP), kimisi Enver Hoca ve Arnavutluk Emek Partisi’nin (AEP), kimisi de Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin (SBKP) çizgisinin militanıydı. Bu realiteden hareketle de birbirlerini “revizyonist, oportünist” vb olmakla itham ediyorlardı. Bu ithamların en uç noktada kendisini gösterdiği gruplar ise Çinci, Arnavutlukçu, Sovyetçi gruplar idi; Birbirlerini “sosyal faşist” ve “Maocu bozkurt” olarak tanımlıyorlardı. Birbirlerini “düşman” gördükleri için de silah ve şiddete başvurmaktan geri durmuyorlardı… Nitekim 1 Mayıs 1977’nin hemen öncesinde bu “düşmanca” yaklaşımlar had safhaya varmıştı. TKP ve DİSK Maocu grupları Taksim’e sokmama, Maocu gruplar da “revizyonist barikatları parçalama” kararı almışlardı… Karanlık güçler, sadece bu patlamaya hazır bomba misali durumun fitilini ateşleyip sonuçlarını izlediler.

 

Bu noktada ben, konunun asıl mecrasının “sol içi çatışma” gerçeğiyle yüzleşmek olması gerektiğini düşünüyorum. Zira 1 Mayıs 77 katliamından sonra söz konusu tabloda değişen bir şey olmadı; aksine “sol içi çatışma” durumu daha da yaygın bir hal aldı. Bu, sadece Maocu-Sovyetçi gruplar ile de sınırlı değildi. Birçok sol grup, kendi bünyesindeki ayrılıkları aynı şiddet anlayışıyla bastırmak istiyordu. Aynı geleneğin içerisinden çıkan gruplar birbirlerini “proleter kanat”, “sağ sapma” vb olarak isimlendiriyor ve birbirlerini gördükleri yerde öldürecek denli “düşman” sayıyorlardı…

 

Bu durumun daha iyi anlaşılması için tanık olduğum olaylardan sadece birini örneklendirmekle yetineceğim… 1978 yılı sonlarında Sağmalcılar Cezaevi’nde tutuklu idim. Bazı olaylar sonucunda bu cezaevinden bizi ünlü Sinop Cezaevi’ne sürgün ettiler. Sağmalcılar’da siyasiler olarak değişik, birbirini görmeyen koğuşlarda kalıyorduk. Ama gecenin geç saatlerinde vardığımız Sinop Cezaevi’nde bizi (107 kişi idik), bizim için hazırlanmış 3 koğuşa öylesine yerleştirdiler. Fakat koğuşta daha nefes dahi alamadan Halkın Kurtuluşu grubundan 5-6 kişi, hasbelkader aynı koğuşa düştüğümüz iki kişiyi düpedüz linç etmeye kalktılar. O iki kişi, o dönemlerde Halkın Kurtuluşu grubundan ayrılmış olan “Devrimci Proleterya” isimli bir grubun taraftarlarıydı. (Bilmeyenlere not: İki grup da Enver Hoca ve AEP çizgisini savunuyorlardı.) Güçlükle araya girdik. “Bu iki kişi bu koğuştan gidecek” diyor, başka da bir şey demiyorlardı. O günlerde o grup Adana’da bir arkadaşlarını öldürmüştü, bunun misillemesini ne olacağımızı henüz bilmediğimiz sürgün edildiğimiz bir cezaevinde o iki kişiyi belki de öldürerek gerçekleştirmek istiyorlardı. Neyse ki engel olduk. Sabaha kadar nöbet tuttuk. Sabah da ilk işimiz cezaevi idaresinden koğuşları kendimiz düzenlemeyi istemek oldu…

 

Geçmişle yüzleşmenin asıl boyutu hiç kuşkusuz darbelerle, katliamlarla, “derin” ve kanlı senaryolarla, provokasyonlarla yüzleşmektir. Ve bu yüzleşmenin kaçınamayacağımız konularından biri de sol geçmişimiz, politika ve pratiklerimizle yüzleşmektir…

 

Ne zamana kadar “kol kırılır yen içinde kalır” demeye devam edeceğiz?

 

Bu konuyu irdelemeyi sürdüreceğim…