Mısır’la ilgili olarak, Paris’te Fransız Yahudisi bir yazarla hafta başında sohbet ederken kaygısını şöyle özetledi:
“İsrail devleti 1948’de kurulduğu zaman bizi ilk tanıyan iki Müslüman ülke vardı. Biri İran, öteki Türkiye. İran’ı kaybettik otuz yıl önce. Türkiye’yle ilişkilerimiz ise malum, ne yazık ki iyi gitmiyor. Şimdi bir de Mısır‘ı kaybedersek ne olacak, ne yapacağız?”

Mısır’da rejime karşı ayaklanma özellikle İsrail’le Yahudi âleminde -anlaşılır nedenlerle- büyük bir rahatsızlığa yol açmış durumda.
Kâbus senaryoları yazılıyor:
Mısır’da Müslüman Kardeşler iktidarı ele geçirirse, bölge haritası İsrail’in penceresinden farklı gözükecek. Bir başka deyişle, İsrail İslamcı bir kuşakla çevrelenmiş olacak. Kuzeyden (Lübnan) Hizbullah, batıdan (Gazze) Hamas, güneyden (Sina, yani Mısır) Müslüman Kardeşler, doğudan (Ürdün) yine Müslüman Kardeşler...

İsrail’in güvenliği açısından 1979’da Mısır’la yaptığı barış antlaşmasının yaşamsal önemi vardır. Bu antlaşmayla Arap-İsrail meselesi İsrail-Filistin sorununa indirgenmiş oldu.

İsrail otuz yıldır ‘güney cephesi’ni, yani Mısır tarafını güvence altına aldığı içindir ki, bir zamanlar ülke ekonomisini iflasın eşiğine getiren savunma harcamaları da yıllar içinde olağanüstü düşmüştür. (Milli gelirdeki payı yüzde 30’dan yüzde 8’e...) (*)
Şimdi bu tablo değişebilir mi?

Mısır yeniden ‘düşman‘ olabilir mi?

Bu soruya ya da kaygıya yalnız İsrail’de değil, Amerikan ve Avrupa basınının neredeyse her köşesinde rastlanıyor.

Bu bir korkulu rüya.

Dünya petrol rezervlerinin üçte ikisine, doğalgaz kaynaklarının yarısına sahip bir bölgede, Mısır’ın bunca yıl aradan sonra yeniden İsrail’le ‘düşmanlaşması‘ ihtimali, birçok Batı başkentinin kafasını hiç kuşkusuz fena halde karıştırmış durumda.

Bu açıdan, Finlandiya Dışişleri Bakanı Stubb’un şu sözlerinin son derece içtenlikli olduğu söylenebilir:
“Bir yanda değerlerimiz var, karşısında ise çıkarlarımız... Değerler deyince elbette demokrasi, özgürlük ve insan haklarından yanayız. Ama bir de çıkarlar var. Demokrasi karşılığında hangi çıkarlarımızı elde edeceğiz, bilemiyoruz. İstikrar diyoruz, ama Mısır’da ne anlama geliyor istikrar?

Mevcut rejim mi? AB buna hayır diyor. Ama demokrasi de her zaman istenen sonucu vermiyor ki...”(**)

Aynı haberde, Kudüs’ten İsrailli bir yetkilinin şu sözleri vardı:
“Bu Avrupalılar fazla naif. Sanıyorlar ki, demokrasi rüzgârları pat diye gelecek Mısır’a... Yanılıyorlar. Ortadoğu, 1989’un Doğu Avrupası değil, Komünist rejimlerin devrimlerle yıkıldığı... Bu bir hayal Ortadoğu için. Avrupalıların göremedikleri büyük bir istikrarsızlık ihtimali var kapıda...”

İsrailli yetkili kısaca diyor ki:
Demokrasinin zamanı değil!
Peki ne zaman?

Kim karar verecek?

Zamanı ne zaman gelecek demokrasinin?

Demokrasinin zamanı öyle bir konudur ki, örneğin bizim memlekette de bazı ‘darbeci kafalar‘a göre bir türlü Türkiye’nin kapısını çalamazdı; çalmaması gerekirdi. Bu yüzden demokrasiye erken geçilmiş, 1950’de demokrasi değil ‘karşı-devrim‘ kapımızı çalmıştı.
O kafa böyle der hâlâ.

“Daha zamanı değil!” şarkısını çok sever. Hatta bu yüzden İsrail’deki, “Müslümanlar demokrasiyi kıvıramaz!” diyenlerle de öteden beri çok iyi anlaşır...

Uzun lâfın kısası:
Denize atlamadan nasıl yüzme öğrenilmezse, demokrasi de pek farklı değildir.
Kendi çıkarları için Arap dünyasında demokrasi ve özgürlük fikrini bunca yıl bastıranların artık şapkayı önlerine koyup düşünme vakti çoktan geldi.

* When Egypt shakes, it should be no surprise that Israel trembles;  Jonathan Freedland; The Guardian, 2 Şubat 11, s. 29.
** 1 Şubat 2011 tarihli I. Herald Tribune gazetesinin 4. sayfasında Brüksel kaynaklı haberden.