28 Şubat bahane. Yıllarca asker eksenli devlete paralel olarak büyüyüp gelişen medya, yeni Türkiye’ye uyum sağlamakta güçlük çekiyor. Arşivlerimi karıştırıyorum. Şimdi her şeyi elektronik ortamda bulup izlemek mümkün. O nedenle kimin ne dediğini ve ne yazdığını kısa sürede bulabiliyorum.
Arşivleri karıştırdıkça hemen her acı verici olayda medyanın parmağını görüyoruz. Örneğin 19 Aralık 2000’de 20 cezaevine tanklarla toplarla hücum edildi, 6 kadın tutuklu operasyonu yapan askerlerin fırlattığı yanıcı gazla yanarak yaşamlarını yitirdiler. 30 mahkûm ve tutuklu, jandarmanın açtığı ateşle öldürüldü. Bir büyük gazetenin manşeti şöyleydi: “Devlet girdi.” Önce ve sonra yazılan yalan ve kışkırtıcı haberler de aynı oranda utanç vericiydi. Sanki yaşamını yitiren 30 kişiyi içeridekiler öldürmüşçesine yayınlar yapıldı.
Genelkurmay Başkanlığı gazetecileri Güneydoğu’ya götürdüğünde (Kasım 1997) katılanların çoğu, orduyu bir iktidar odağı olarak görebilmiş ve askeri hegemonyayı inanılmaz derecede meşrulaştırıcı bir dil kullanmıştı.
Ahmet Kaya linç edilirken başaktörler, yine benzer isimlerdi. Hâlâ bu isimlerin büyük bir bölümü etkili yerlerde, hâlâ bu kafa yapısı medyada çok etkin. Bu isimler ve bu kafa yapısı, yine her yerde konuşmayı ve memleketi ‘dizayn etme’ mücadelesini sürdürüyor.
28 Şubat 1997 tarihinin yalnızca bir günlük bir olayla sınırlı olmadığını da hatırlamakta yarar var. 28 Şubat müdahalesinden iki sene sonra birlikte çalıştıkları gazetelerdeki meslektaşlarını “PKK’dan para alıyorlar” diye suçlayan yalan haberi, yani ‘andıç’ı yayımlayan yine bu medya idi.
Kimse kimseyi linç etmesin. Doğru. Son günlerde bir ‘öfke kampanyası’nın yükseldiği bir gerçek. Ama yakın tarihimizi biliyoruz. Medyanın etkili isimleri, ülkemizin siyasi geleceğine, demokratikleşmesine, özgürlüklere gerçekten büyük zararlar verdiler.
Örneğin milliyetçiliği birçok şekilde kışkırttılar. Mesela Yunanistan’la neredeyse savaşa yol açabilecek ölçüde provokatif çıkışlar yapmaktan geri durmadılar. Belki de böyle davrandıkları oranda yükselebildiklerini ve etkilerinin genişlediğini gördüler. Nereden bakarsak bakalım, ‘gücün medyası’, ‘ırkçılığın medyası’ toplumun ruh halini olumsuz yönden etkilerken, medya ülkenin neredeyse en ürkütücü iktidar odağına dönüştü.
Şimdi rüzgâr tersten esiyor. Bu nedenle yakın geçmişimizdeki ‘ayıp’lar ortalığa dökülüyor. Bu elbette olumludur ancak yeterli değildir.
Egemen medyanın ve onun sorumlularının yaptıklarını iki kategoride değerlendirebiliriz. Birincisi mesleki etik açısından. İkincisi hukuki açıdan. Bizi öncelikle ilgilendiren mesleki etik: Medyada nefret söylemini kışkırtan, nefret suçu işleyenler var. Sıradan milliyetçiliği, ırkçılığı, şiddeti, militarizmi ve ilkelliği bir etki unsuru olarak kullanarak kışkırtıcılık yapanlar var.
Darbeyi destekleyen, insanları silahların önüne atan, iç çatışmaları kışkırtan yayıncılık zaten suç. Bunların hesabının mahkemelerde görülmesi gerekiyor. Bizim işimiz, medyanın etik açısından içinde bulunduğu durum. 

Bugün durum parlak mı?
Geçmişi sorgulamanın önemi ortada. Mesleğin kurallarına uygun yeni bir medya için bu sorgulamanın ısrarla sürdürülmesi şart.
Ancak geçmişi şaibelerle dolu mesleğimizin şimdiki hali parlak mı? Düne kızıyoruz ama bugünü kurabiliyor muyuz? Maalesef medya patronlarının güçle ve iktidarla olan ilişkileri hâlâ sağlıklı değil. Bazı meslektaşlarımız, siyasi nedenlerle köşelerinden oldular.
Dengenin yeniden tek taraflı olarak kurulması riskiyle karşı karşıyayız. Bu da geçmişle hesaplaşmanın tek başına yetmeyeceğine işaret ediyor. İlkesizlik ve güce boyun eğme alışkanlığının daha köklü ve ciddi bir eleştirisi şart.