Beton endeksli milli ve yerli ekonomi modelimizin yaratıcısı Sayın Cumhurbaşkanımız son günlerde sanki şov yapıyor. Adeta siyasi gösteri dünyasının şahikasına ulaşmış durumda kendileri. Şu sözleri rahatlıkla sarf etmesi bunun belirgin bir emaresi; “Denizlerimizin kenarlarını, ormanlık alanları betona çevirme gayretinde olanlar var. Şu para var ya nelere muktedir, şu kapitalizm… Doğa şöyle olmuş böyle olmuş, umurunda değil... Çevre ve Şehircilik Bakanıma da söylüyorum, kimsenin gözünün yaşına bakmayacaksın, yıkmaksa yıkacağız!”

Tabii ki beyindeki nöronları patlatan, snaps bağlarını koparan bu ifadeler, Sayın Cumhurbaşkanımızın arada bir tatil yapması için tasarlanan ve inşa edilen 300 odalı Marmaris Okluk Koyu Yazlık Sarayı için 50 bin ağacın kesilmiş olmasını, neredeyse bütün şehirlerimizdeki çirkinlik abidesi TOKİ konutlarını, Kuzey Ormanlarını ve içinde yaşayan canlıları katleden doğa düşmanı Kuzey Marmara Otoyolu projesi ve daha buna benzer binlerce icraat, eylem ve edimi bir an unutmamıza neden olabiliyor.

Daha yeni meclise gelen yeni bir düzenlemenin 32. Maddesi ile, müteahhit taahhüt edilen işin bitmemesi ve teslim edilmemesine makul gerekçe olarak inşaat maliyet girdiklerindeki beklenmedik artışı gösterebilecek, devir veya fesihten kaynaklanan herhangi bir yaptırım uygulanmayacağı gibi, bu tür devir ve fesih sözleşmelerinden damga vergisi de alınmayacak. Böylece inşaat sektörüne de bir “can suyu” verilmiş olacak, belki yine on binlerce mağdur ortaya çıkacak ama en azından yeni projelerin önü açılmış bulunacak...

Seçime hızla yaklaşırken futboldan mobilyaya, inşaattan otomotive can suları verilmeye devam ediliyor. Tabii ki bu şekilde kamunun ve bankaların üzerine yüklenen yük de artıyor. Çok büyük ihtimalle 1 Nisan’dan itibaren IMF söylentileri yavaş yavaş gerçeğe dönüşecek, Zira Türkiye’nin on milyar dolarlar ile ifade edilen meblağlarda acil nakde ihtiyacı var. Yıllık 115 milyar dolar borç ve buna 35 milyar dolar civarında ihracat-ithalat arasındaki açığı da ekleyince, senelik yaklaşık 150 milyar dolar civarında bir gereksinim söz konusu ve bu ölçüde bir parayı kredi ile ve nispeten düşük faizle verebilecek tek kurum (eğer görevi kabul ederse) IMF’dir. IMF geldiğinde tüm bu savurganlıkları, teşvikleri, yardımları, hibeleri, kredileri, borçları durduracak veya önemli ölçüde kısıtlayacak. İşte o zaman vatandaş krizin gerçek etkisini baştan sona hissetmeye başlayacak. Fakat Sayın Erdoğan fırsattan istifade başta da alıntı yapılan söylem (aslında demagoji, eski tabirle mugalata) taktiklerinden yararlanmak suretiyle, aynen şu ve benzeri çıkışlarda bulunacak: “Ah bu IMF yok mu, vatandaşı canından bezdirdi. Bu dış güçler IMF yoluyla yerli ve milli, mega, süper ve ultra projelerimizi engellemeye çalışıyorlar. Sabrediyoruz ama sabrımızın da bir sınırı var…”

The Economist dergisinin yayınladığı 2018 Demokrasi Endeksi Raporuna göre, dünya demokrasi liginde Türkiye 167 ülke arasından 110.sırada yer alıyor. Nijerya, Filistin, Uganda, Zambiya, Lübnan ve Sri Lanka gibi ülkelerin altında kalmışız. Ülkelerin tam demokrasi, kusurlu demokrasi, hibrit demokrasi ve otoriter rejim olarak sınıflandırıldığı bu değerlendirmeye göre biz “melez/hibrit rejim” olarak tanımlanmışız. Yani demokrasi ile diktatörlük arasında bir yerlerdeyiz. Elbette The Economist dergisi bir dış güç yayın ortanı olarak ele alındığında, ortada konuşulacak veya tartışılacak herhangi bir sorun da kalmıyor...

“Son 16 yılda ülkemiz genelinde hayata geçirilen reformlar, Türk basınının zenginleşmesine, çeşitlenmesine, daha demokratik ve özgürlükçü bir yapıya kavuşmasına vesile olmuştur” ve “Hiçbir zaman popülizm bataklığına saplanmadık” şeklindeki şaşırtan ve şok eden ifadeler yine Erdoğan’a ait... Böyle bir ülkenin en popüler ilahiyatçısı ve aynı zamanda Ramazan programlarından alın teri ve gözyaşlarıyla kazandığı geliri Sultanahmet’te bir oteller zincirine dönüştüren bir finans dehası olan Nihat Hatipoğlu’nun “DM’den yürümek çirkin bir hareket, ahirette “like”larınızın da hesabını vereceksiniz” şeklinde tüyler ürperten beyanları adeta bir bütünü tamamlıyor.

İbn-i Arabi’nin “girdabın ortasındaki sükûtta kalmak” diye ifade ettiği bir ruh haleti içerisindeyiz. Başa gelen bir bela veya felakete dair, hiç olmamış gibi davranmakla, mevcut etkilerine ister istemez sabretmek zorunda olunduğunun farkındalığı ile cebelleşmek arasındaki o mühim nokta.

“Demokrasi çoğunluğun gücü değil, azınlığın korunmasıdır” der Albert Camus. Umarım bir gün can, mal, güvenlik ve gelecek endişesi duyulmayan istikrarlı ve güçlü bir memleket oluruz...