Son günlerde gerek Diyanet İşleri Başkanı (DİB) Ali Erbaş ve gerekse AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın toplumun hemen her sorunu ile ilişkili olarak dini söylem ve açıklamaları yoğunlaştı. Bununla beraber birkaç yılda bir ''yeni Anayasa laik olmasın'' çıkışı yapan eski meclis başkanı İsmail Kahraman karşısında AKP'nin diğer kurmaylarının her zaman yaptıkları gibi laikliği göstermelik olarak sahiplendiğini görmekteyiz.

Bu durumun rastlantısal olmadığı, aksine iktidar sözcülerince tasarlanmış bir tutum olduğu her geçen gün daha net olarak ortaya çıkıyor. Zira din, iktidarlar tarafından mevcut düzene yönelik hoşnutsuzlukların bastırılıp kitlelerin susturulmasında araçsallaştırılmaya en elverişli söylemlerin zeminidir. Ülkede sınıf savaşları keskinleşme eğilimi gösterdiğinde tarikatçıların ortaya salınması, camii vaazlarında sürekli ''şükür''ün ve az ile yetinilmenin vurgulanması, 'devlet büyükleri'nin dinsel söylemlerle yoksulları, ezilenleri kaderlerine rıza göstermeye çağırması, kadınların ve çocukların dinsel emirlerle terbiye edilmeye çalışılması... bu ülkede normal vakalar artık...

Öte yandan ülkenin en büyük muhalefet partisinin genel başkanı ise, gazetecilerin mülteci sorununa yönelik bir sorusunu yanıtlarken ''Müslüman olduğumuz için ırkçı olamayacağımız'' derken, bir yandan da kendi kurmaylarına ''Diyanetle polemiğe girmeyin'' çağrısını yapıyor. Gerçi söylemek lazım ki, CHP'nin ülkenin kritik konularından hangisi ile ilgili hakiki çözüm önerileri var ? Tüm siyasi stratejisini AKP'den, AKP söylemleriyle kurtulmaya dayandırmış gözüküyor. ''Biz onlardan daha milliyetçiyiz, daha iyi Müslümanız, piyasa ekonomisini daha iyi uygularız, en iyi sağcı biziz!''. Hiç abartmıyorum CHP kurmayları bilseler ki, kitleler nezdinde kadın düşmanlığı daha iyi prim yapıyor, ''en kadın düşmanı siyasi parti biziz'' diyecekler. AKP-MHP iktidarının toplumsal desteğini kaybettiği, en sıkıştığı dışişlerinde ona can simidi olduğu konulara girmesek bile... En basitinden Ekim ayı sonunda sınır ötesi operasyonlarının oylaması olacak. Başta CHP olmak üzere İYİ Parti ve diğerlerinin oyunun rengini göreceğiz...  

Konumuza dönecek olursak, ''halkın kutsal saydığı değerlerin korunması'', bir devletin görevi olamaz. Bu, 18. yüzyıldan bu yana insanlığın düşün dünyasında vücut bulan eleştirel düşünceyi boğan bir anlayış olduğu gibi, farklı olanların tepesinde sallanan bir Demokles kılıcıdır. Çünkü din, göksel kaynaklı bir emirler sistemi değil, verili tarihsel koşullarda, dönemine göre toplumsal ilişkilerde biçimlenmiş bir görünürlüğü olan ''kültürel'' yapıdır.

Ayrıca din karşısında farklı tutumların, birden fazla dinsel sistemin, bir din hakkında farklı ve çelişik yorumların benimsendiği bir toplumsal-kültürel ortamda dinin kamusallığını kabullenmek, içinden çıkılmaz sorunlara yol açmaktadır. (Kuran kurslarında çocuk tecavüz ve istismarları hafızalarımızdan çıkacak gibi değil...) Çoğunluğa ait dinsel kurumlarının toplumda başat kılınması, dinin devlet eliyle küçücük çocuklara öğretilmesi, din kurumlarının kamu kaynaklarından beslenmesi, diğer inanç sistemlerinin mensupları ve ateistler açısından açık bir hak ihlali ve eşitsizlik olduğu şimdiye kadar defalarca kanıtlandı. Öte yandan, bireylerin dinsel duygularını sınırlayacak bir mekanizma olmadığından, dinsel kimliği nedeniyle atanmış devlet görevlilerinin yetkilerini kendi cemaati lehine kullanmayacaklarının hiçbir garantisi de yoktur.

Olayları dinlerin veya geleneksel inanç ve törelerin buyrultularıyla değil de, bilimsel bilginin yol göstericiliği ile bakabilen insanlara düşen tarihi görev, dinin kamuyu ilgilendiren bir mesele olmadığını vurgulamak, kamusal alanı dinin tezahürlerinden arındırmak olmalıdır. Din, özel alana hitap eden bir durumdur. Bireyler ve cemaatler, dilediklerine inanmak ve (başkalarına, doğaya, kamu sağlığına vb. zarar vermemek koşuluyla) dinsel inanç ve ibadetlerini sürdürmek konusunda özgür olmalıdır. Dinsel görüngüleri yasaklamak, bastırmak gerçek manada laikliği savunan bir aydının işi olamaz, olmamalıdır da. Ama dinin bir tahakküm aracına dönüşmesinin veya (yazımızın giriş kısmında belirttiğimiz gibi) devlet eliyle dönüştürülmesinin, din adına kamu kaynaklarının yağmalanmasının önüne geçmek, halka, topluma sorumluluk duyan her aydının işidir.

Zira, en klasik anlamıyla laiklik, bir ahlak, değer vb. sistemi değil, yurttaş - yurttaş ve devlet - yurttaş ilişkilerinin düzenlenmesi olarak bir hukuk ilkesidir. Laikliğin bir diğer tanımı, 'din ile devlet alanlarının birbirinden ayrılması' ve devlet yönetiminin akla ve toplumsal sözleşmeye dayalı, ''dünyevi'' kaynaklı, değiştirebilir yasalara dayandırılmasıdır. Kısacası, 18.yüzyıldan bu yana hukuk, insanın günlük yaşamına her türlü dinsel ve uhrevi müdahaleyi dışlayan bir alandır. Hukuk, bir devletin yurttaşlarının farklı inanç sistemlerine bağlı, ya da inançsız olabileceği ön kabulüne dayanır ve bunu sorun haline getirmez, dinlerin doğruları, yanlışları veya günahları, sevapları ile ilgilenmez.

Laikliğe bilimsel manada yaklaşım, devletin dinsel ideoloji ve kurumlarla bütünüyle ilişkisini kesmesi, dini inananların uhdesinde bırakmasını gerektirir. Ama aynı zamanda bir dinsel grubun diğer(ler)i üzerindeki tahakkümünü engelleyecek mekanizmalar ve belki de en önemlisi, dinsel inançların kişisel bir tercih ve seçim olmasını güvence altına almasıdır. Bir başka deyişle, devletin bireysel özgürlükleri çeşitli cemaatlerin kolektif baskısı karşısında koruması, bireylerin inanma olduğu kadar inanmama özgürlüğüne sahip çıkması gerekir. ''Vicdan özgürlüğünün önkoşulu, bireyin dinsel tercihlerini özgür iradesiyle yapacak koşullara sahip olmasıdır. Bu yaklaşımda hiç kuşku yok ki, ne Diyanet gibi bir kuruma, ne de eğitim müfredatında din derslerine hiç gerek yoktur. Bunlar, inananlar topluluğunun işidir.

Sonuç olarak, bizzat devletin 1924 yılında kuruluşunu gerçekleştirdiği Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla ''modernleşme'' adına topluma dayattığı laiklikten farklı olarak, ilericiler için laikliğin toplumsal tabana yayılması, sınıf mücadelesinde önemli bir noktadır. Emekçiler, ezilenler, ekmeklerini küçülten her hamleye, özgürlüklerini daraltan siyasal İslamcı dayatmaların da eklendiğini yaşayarak gördüler son yıllarda. Bu nedenle iş, ekmek talebi, devletten, dinden ve sermayenin egemenliğinden özgürleşme talepleriyle, birbirine ayrılmaz biçimde bağlı olmakla beraber kendi yaşamının efendisi olma özlemiyle sıkı ilişki içindedir...