20 Temmuz 2015 Suruç katliamından bu yana hayatlarımız daha da bir paramparça. Bizler Suruç katliamında yitirdiğimiz güzel insanlarımızın, yoldaşlarımızın yassını tutamadan devam eden diğer katliamlar ile bu parçalanma halimiz devam etti. 10 Ekim 2015 tarihinde bu kez de barış için yürüyen yoldaşlarımız hedef alındı. Bu katliamı yapanlar değil, bu katliamın hesabını sormaya çalışanlar Kayseri’deki bir maçta ıslıklandı. İşte asıl o zaman daha da büyüdü içimizdeki acımız. Bu maçta açığa çıkan görüntü aynı zamanda Türkiye’deki toplumsal yarılmanın nasıl bir boyuta ulaştığını da gösteriyordu.

İŞİD, Türkiye’de ırkçı/militer sisteme muhalif, devletin ısrarla ürettiği savaş politikalarına karşı inatla barış diyen kesim ve insanları hedef almaya devam etti. Bu ülkede yaşayan halklar ve inançlar için adalet, eşitlik, barış için mücadele eden muhalif kesimlere –Sosyalistler, Kürtler, Ermeniler, Aleviler başta olmak üzere- dönük katliamlar gerçekleştirdikçe Türkiye ciddi bir toplumsal kesim adeta hayranlıklar içinde bu katliamları izledi. Katliamlardan sonra insanların acıları ile alay ettiler, İŞİD canilerini yeni katliamlar için davet ettiler.

2017 yılının ilk saatinde gelen Reine katliamı ile bu toplumsal yarılmanın geldiği boyutu görüyoruz. Bu korkunç tabloya rağmen Türkiye’nin en üst politik aktörlerinden başlayarak ekranlarda onlarca ikiyüzlü, sahtekâr; “ülkemizde insanlar büyük bir dirayet ile süreci yaşıyorlar, halkımız her zaman birbirinin acısını bildi, bizim halkımız devleti söz konusu olduğunda her zaman bir arada durmasını bildi,” deme pişkinliğini gösterebiliyorlar. Her şekilde durmadan devlet kutsanmaya devam edilirken insan hayatı görmezden gelinmeye devam ediyor. Yaşadığımız katliamlar sonrasında ekranlara çıkıp pişkince sırıtarak ve aklımızla alay edercesine kendilerine gazeteci, yazar, uzman, akademisyen, politikacı diyen bu insanların ısrarla ürettikleri bu yalanlar ile hepimizin hayatlarını kararttıklarının farkında değiller mi acaba?

Oysa her şey çok açık bir şekilde gözlerimizin önünde cereyan etmedi mi, tıpkı Hrant Dink cinayetinde olduğu gibi. 2016’nın Aralık ayına girdiğimizde Türkiye metropollerinin birçoğunda başlarında takkeleri ile kendilerine “Müslüman Gençlik” diyen gruplar Noeli gerekçe göstererek açık bir şekilde Hristiyanlara, yeni yıl kutlayanlara dönük nefret söylemleri içeren bildiriler dağıtmaya başladılar. “İslam barış ve hoşgörü dinidir” diyenler sokaklarda dövizler ile “Müslümanlar Noel kutlamaz” demeye devam ederken kimi Müslüman gruplar da sokaklarda Noel baba kıyafeti giydirdikleri kişilerin başlarına silah doğrultarak eylemler yaptılar. Üniversite kampüslerinde Noel Baba kuklalarını sünnet ederek ateşe verdiler.

Sokaklarda bunlar devam ederken buna paralel medya da boş durmadı, Yeni Akit, Milad, Milli Gazete manşetleri ile bu nefreti daha da bir körüklemeye başladırlar. Milli Gazete; ”Bugün son gün. Bu uyarı son uyarı!” derken bunun ne anlama geldiğini de Diyanetin hutbesini işaret ederek; ‘Cuma Hutbesinde “münine yakışmaz uyarısı” gösteriyordu. Sonrasında, basında çeşitli ilçe eğitim müdürlerinin okullara yılbaşı kutlamalarını yasaklayan bildirimler gönderdiklerini okuduk.

Aslında sokaklardan başlayarak çeşitli ırıkçı/islami medya üzerinde işlenen bu nefretin merkezinin devletin ta kendisinin olduğunu "Kendini ve yaratılış gayesini unutarak, değerlerimizle örtüşmeyen, insan hayatına katkısı olmayan gayrimeşru tutum ve davranışlar sergilemek bir mümine asla yakışmaz" Diyanetin Cuma hutbesi için camilere gönderdiği hutbede görüyoruz.

Devamında; "Kıyamet gününde insanoğlu şu beş şeyden hesaba çekilmedikçe Rabbinin huzurundan bir yere kımıldayamaz" diye bir hutbe bu Türkiye’nin 82.693 camisinde okundu. On milyonlarca inana böyle bir hutbe neden gönderilir, bu hutbenin ‘kendisi gibi inanmayan, kendisi gibi düşünmeyen, kendisi gibi yaşamayan’ kesim ve insanlara dönük bir nefret içerdiğini kimse inkar edebilir mi?

Bir ülkenin inanç merkezi böyle bir hutbeyi hazırlarsa özellikle de Tayyip Erdoğan ve de AKP/MHP siyaseti ile son yıllarda daha da ırkçı/militer fikirler ile beslenen geniş kesimlerin ne yapmasını bekleriz. Son vuruş: Reine katliamı. Reine’daki katliama kadar olan süreci iyi görmek ve okumak gerekiyor. Adeta bir görev dağılımı içinde ortak ve kolektif üretilen bir suç halidir yaşadığımız. Hannah Arendt “kötü davranış”, “kötü niyet” olarak başlayan bir sürecin Nazi Almanya’sında nasıl bir sürece everilebileceğini çok iyi bir şekilde anlatmıştır. Arendt İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi toplama ve imha kamplarında yaşananları kötülüğün en radikal biçimi olarak değerlendirir; Auschwitz’i, bu anlamda, bir kırılma noktası olarak görür. Arendt’in 20. yüzyılda kötülüğün yeni yüzüne tanıklık ettiğimiz iddiasının ardında, insanları insanlar olarak gereksiz kılmaya dayanan çok çarpıcı bir fenomen yer alır. İmkânsızı imkânsız olmaktan çıkaran, insanları her şeyin mümkün olduğuna inandıran totalitarizmin, cinayeti bir sivrisineği ezmek kadar anlamsız ve de basit olduğuna inandırır.

İşte Reine katliamı sonrasında sosyal medya hesaplarında akan yazı ve paylaşımlarda bunu görüyoruz. Kendi kişisel hesaplarında Kahrolsun Noel baba hızını alamayıp bu kez kendi dostlarının mekânını basmış ve yaralılar var”, “Noel baba diye tutturdunuz ve babanız da kahpe çıktı nolcak şimdi”, “içlerinde keşke HDP’ye oy verenler çıksa” paylaşımlarında bulunanlar için Suruç, Ankara ve Reine katliamlarından ölenlerin, Cizre’de bodrumlarda korkunç bir şekilde ölenlerin hiçbir değeri yoktur, hayatlarında bir sivrisineğin eksilmesi kadar bir duygu yaratmıyor bu kesimlerde.

Başta Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere bu ülkede ısrarla tekçi, ırkçı, miler söylem ve de politikalar üretenler bu ülkeye, bu ülkede yaşayan en başta da kendi tebaası olduğunu söylediği Suuni/Hanefi Türk halkına büyük bir yanlış yaptığının farkına ne zaman varacak? İçinde kendisi gibi düşünmeyen, kendisi gibi inanmayan, kendisi gibi yaşamayan insanlara/kesimlere dönük nefret duygularının ve de düşüncelerinin içinde olmak insanı çürütür.

Çalmayan, çırpmayan, hoşgörü içinde bir İslam ve de her kes için adil, eşit, barışçıl bir dünya isteyen İslam inancına bugün kendileri inanıyorlar mı acaba? İnsanların inançları, kültürleri, kimlikleri, yaşam tarzları, cinsel kimlik ve de yönelimleri üzerinde nefret ürettikçe, şiddet çağrıları yaptıkça ve de şiddet uyguladıkça hiçbir kesim adil, eşit, inançlı, vicdanlı olamaz. Tayyip Erdoğan bu anlamda Türkiye’de kendisi ile hareket ettiğini söylediği bu ülkenin yarsının vicdanını kuruttu. O zaman katil kimdir? Diye oraya buraya bakınmanın anlamı yoktur. Tekçi, ırkçı, militer söylemler ile zehirlenen bu toplum katili şayet arıyorsa, başka yerde aramasın, kendi içine dönüp baksın! Belki bu şekilde kendisine, vicdanını da bir dokunma durumu olur.

Vicdanı olmayan bir toplumun hiç kimseye olmadığı gibi kendisine de bir fayda gelmeyeceğini ne zaman görecekler? Belki bu kesimin böyle bir derdi bugün için yoktur. Ölene kadar sultan olmak peşinde olan ve mutlak iktidarı dışında her şeyi teferruat gören Tayyip Erdoğan içinde böyle bir dert olmayabilir. Ancak Türkiye’nin bu söylem ve politikalar ile büyük bir karanlığa yuvarlandığını 7 Haziran seçimlerinde az biraz gösteren kesimler daha neyi bekliyorlar! Her gün biraz daha geç olacak. O vicdan bu ülkede, bu ülkenin sokaklarında var. Bunu zaman zaman sokaklarda görebiliyoruz. Az biraz cesaret ile başka bir ülke/başka bir hayat mümkündür diyenler olarak bu korkunç gidişi durdurabiliriz.

Şimdi değilse ne zaman!
_______________________

Not: “Uzaktan ahkam kesmek kolaydır” denmesin, yakında oradayım ben de!