Hükümet de TSK da 35 kişinin öldürülmesi konusunda “Kasten yapılmadı, oradaki topluluk PKK’lı sanıldığı için vuruldu” diyorlar. Bu açıklamanın, “PKK’lı olsaydılar ve vurulsaydılar sorun olmayacaktı” anlamına geldiğini düşünmek mümkündür.
TSK’nın, kaçakçı grubunu bilerek imha ettiğini, bunu kasten yaptığını söylemek, insaflı bir değerlendirme olmaz. Başbakan’ın açıklamasından hükümetin de gelişmelerden başından beri haberdar olduğu anlaşılıyor. Önceden planlanmış, ancak hedefini yanlış belirlemiş bir operasyondan söz ediliyor.
Dünkü yazımda da belirttiğim gibi, hukuk devletinin her türlü eylem ve işlemdeki en temel kriterlerinden birisi, ‘yaşam hakkı’na saygıdır. Evrensel hukuk anlayışının ana ilkelerinden birisi budur. Hareket halindeki her canlıyı saptayıp imha etmeye odaklı görünen bir anlayış, acaba ne kadar kabul edilebilir bir ‘terörle mücadele’ anlayışıdır?

Yaşam hakkı
Bir süreden beri, ‘terörle mücadele’ konseptinin yeni bir anlayış içinde yürütüldüğü söyleniyor. Bazı hassasiyetlerin azaldığı, ‘suçu önleme’ yerine ‘hedefi yok etme’ anlayışının daha öne çıktığı bir aşamadayız sanki. ‘Yenilik’ten kastedilen acaba bu mu?
Baştan şunu söyleyebiliriz: Dünyanın hiçbir devleti, silahlı eylem yapan, karakol basan, pusu kuran, adam kaçıran, şehirlerde sivillere yönelik bombalı saldırılar düzenleyen bir örgüte, organizasyona kayıtsız kalamaz, tepkisiz kalamaz. Operasyon da yapar, her türlü önlemi de alır.
Güvenlik güçlerine “Neden PKK’ya operasyon yapıyorsunuz?” diye sormak, bu bağlamda, anlamdışı görünebilir. Devlet yapar. Dikkat edilmesi gereken, operasyonların, hukuk devleti ilkelerine uygun, temel insan haklarına saygılı, düşünce özgürlüğüyle silahlı şiddet arasındaki sınırları dikkatli çizen bir şekilde olmasını gözetmektir. Demokratik bir ülke olmanın gereği tam olarak budur. Teröristle, terör örgütüyle hukuk devleti arasındaki temel fark, hukuk devletinin elindeki gücü yasalara bağlı olarak kullanmasıdır. Hukuk devletinde, karşı karşıya olunan, terör de olsa, can da yansa, uygulama yasalarla ve insani kriterlerle belirlenir.

Hukuk devleti ve terör
Uludere katliamı, işte bu açıdan incelenmeye değer bir örnek. Bir hukukçu arkadaş, “Dur ihtarı yapıldı mı? F-16 uçaklarıyla dur ihtarı yapılabilir mi?” diye soruyor.
Söz konusu olan insan hayatı. Kim olursa olsun, devlet güçleri (silahlı çatışma ortamları istisna teşkil etse de) gördüğü an infaz yapamaz. Şüpheliye önce dur ihtarında bulunulur, sonra da zanlıyı canlı olarak yakalayabilmek için elden gelen gayret gösterilir. Zanlıyı, sağ salim yargı önüne çıkarmak hukuk devletinin, görevlilerinin, güvenlik güçlerinin birincil görevidir.
Ortada şiddet olunca, terör olunca, toplumsal infial olunca, bu tür yaklaşımlar ikinci plana gidebiliyor ve yaşam hakkı duyarlılığı göz ardı edilebiliyor.
Uludere olayındaki yürek parçalayıcı tabloya baktığımızda, olanları yalnızca bir operasyon hatası, operasyon kazası olarak değerlendirmek, kabullenmek ve böyle söyleyerek bu vahim durumu açıklamak mümkün değil, yeterli de değil.
Güvenlik güçlerinin bu vesileyle operasyon stratejisinin acilen gözden geçirilmesinde fayda olduğu açıktır.
Güvenlik güçleri, bundan sonraki süreçte, bu olayda olduğu gibi ‘gördüğünü vuracak’ mıdır? Bu soruyu onlara sormanın zor olduğunu biliyorum. Çünkü sonuç olarak eli silahlı ve her an öldürmeye hazır bir örgütle karşı karşıyalar. “Ben vurmazsam onlar beni vuracak” yaklaşımı, bir açıdan anlaşılır olabilir. Toplumda da bu tavır psikolojik destek bulabilir.
“Evet, haklı olabilirsiniz” diyelim... Ama hukuk devletinin de zaten bunun için gerekli olduğunu vurgulayalım.
Uludere faciası, yeni olduğu öne sürülen ‘terörle mücadele’ konseptinin ciddi bir şekilde ele alınmasını gerektiren zaaflar içeriyor.