Tarifi imkansız dediğimiz acılar vardır. Hepimiz bunlardan birini en az bir kere yaşadığımıza inanırız. Ve başka birisinin acısına bakarken kendi yaramızdan doğru bakarız. Başkasının ölüsüne ağlarken kendi yakınlarımızın ölümüne ağlarız. Oysa bir de kendi yaranızdan utandığınız anlar vardır.

 Roboski bu coğrafyada kendi yaranızdan doğru baktığınızda anlamakta zorlanacağınız ve kendi yaranızdan utanacağız birkaç yerden biri ya da tek yer…

İki yıl önce çoğu çocuk 34 köylü 50 lira için gittikleri sınırda Türk savaş uçakları tarafından bombalanarak öldürüldü. Köylüler sabaha kadar kardeşlerinin, evlatlarının parçalanmış cesetlerini aradılar. Bir kısmını bulamadılar. Katır sırtına iki kişiyi denk yapacak kadar küçülmüş, parçalanmıştı koca koca bedenler. Birçoğu toprağa eksik gömüldü… “ Oğlumdan geriye bir pincik et koydum tabuta” diyor Aslan Encü’nün annesi. “Benim oğlum uzun boyludur” diyen Selam’ın annesine oğlunun parçalarını bir poşete sığdırıp verdiler.

Analar ölmüş evlatlarının yüzünü bile göremeden toprağa verdiler. Çünkü o güzel çocukların hiç birini tanımak mümkün değildi…

Hükümetin ‘operasyon kazası’ deyip özür dileme zahmetinde bulunmadığı katliamda aynı aileden 11 kişi öldürüldü. Çok gençlerdi. Çok güzellerdi… Ve ölmek için çok erkendi… Öldürülmek için ise hiçbir neden yoktu…

Aradan iki yıl geçti… 17’si çocuktu. Büyüyemedi. Aralarında sevdiği olan vardı. Nişanlı olan düğün yapacaklardı yapamadılar. Hüsnü 8 yıl sonra nihayet oğlunu kucağına alacaktı. Alamadı… Hepsinin bahara dair umutları vardı, beklentileri…

İki yıl oldu… İki koca yıl geçti üzerinden. Mazi diyebilir miyiz şimdi Roboski’ye?… Mazi denip geçilebilir mi 34 ölünün üzerinden… Kendi acılarımıza baktığımız gibi yıldönümü geldiğinde buruk bir gülümseme, biraz kahır ve birkaç damla yaşla bakıp üzerinden geçebilir miyiz? Bu hayatta çok acı var diye yürüyüp gidebilir miyiz?

Aradan 2 yıl geçti tam 8 mevsim… Ama Roboski’de zaman 28 Aralık 2011’de durmuş. Saatler geçiyor, takvimlerden sayfalar kopuyor. Mevsimler geçiyor. Anaların saçlarına aklar düşüyor, o günlerde ana rahmine olan bebekler yürüyor, konuşuyor. Ama Roboski o patlamanın olduğu anda asılı kalmış. Katır sırtında taşıdıkları çocuklarının kayıp parçaları gibi kayıp annelerin yüzünde tebessüm.

Bir gecede 34 yakınını kaybeden Roboskililer o geceyi, o gecenin karanlığını çerçeveletip duvara asmış. Devletin öldürmek için tereddüt etmediği çocuklar katledildikleri yaşlarıyla bakıyorlar her evin duvarından. Anneler her sabah büyümeyen, yaşlanmayan çocuklarını resmiyle selamlaşıyor.

Bütün saatler, bütün anlar 28 Aralık’ta durmuş kalmış… Bütün sözler dönüp dolaşıp 34’e geliyor…

Devletin hizmet götürmekte unuttuğu ama 9 tane kalekol yerleştirmeyi unutmadığı Roboski’de iki yıldır ıssız ama derin bir yas tutuluyor. Dağlar Roboski’ye dimdik inmiş, acı da öyle. Ve orada Roboski’nin tam kalbinde duruyor. 28 Aralık’tan gayrı birkaç gazete ve tv haberi dışında hatırlanmayan, gitmek zorunda olanların dahi gitmediği (!) koca köy yasını ıssızlığın ortasında tek başına tutuyor. Sadece yas da tutmuyor. Tek başına direniyor.

Başkasının acısından bahseder gibi bahsediyorlar yaşadıklarından. Öyle uzak ama dayanmaya çalışarak. Soru sormaya sen korkuyorsun kendi yarandan utanarak. İncitirsem diyorsun. O anlatmaya utanıyor en fenası o anlatmaya seni üzmeye utanıyor. Oğlunun yanmış ayakkabısına sarılıp anlatan ana “üzdük sizi acımızla kusura bakmayın” dediğinde sen insanlığından utanıyorsun.

“Bizi bombalar değil sessizlik öldürdü” diyor 13 yaşındaki oğlunu kaybeden Felek Encü. Katliamdan sonra doğan çocuğuna Erkan adını koymuş. “İyi mi yapıyoruz bilmiyorum” diyor. Benziyor mu Erkan’a diye sorunca yutkunuyor fısıltıyla “benziyor” diyor. Sen “neden bu soruyu sordum” diye kendine kahrederken “yoruldunuz siz yemek hazırladım yemek yemeden bırakmam” diyor…

Gözümüzün içine bakıp bizi rahat ettirmeye çalışan ev sahibimiz Hikmet gözlerini tavana dikiyor anlatırken. Soluklanıyor. Anlattıklarına gözyaşı karıştırarak bizi üzmek istemiyor.

Hiç oyuncağı olmayan çocuklar bilgisayarlarımıza, kameralarımıza, fotoğraf makinalarımıza bakıp “biz de gazeteci olacağız” diyor. Neden sorusuna verdikleri cevap gözlerimizden akmamak için direnen yaşların teslimiyeti oluyor. “Buraya ilk önce onlar geldi.” Adaletin henüz gitmediği köyde avukat, hakim yada savcı olmak isteyen çocuk yok…

34 ölüsü olan bir köy biz üzülmeyelim diye bizim yanımızda ağlayamıyor… Yutkunuyor, göğe bakıyor sonra kaldığı yerden anlatmaya devam ediyor. Çocuklarının resimlerine sarılan analar “acımızla üzdük sizi kusura bakmayın” diyorlar. Devletin parçalamaya utanmadığını anlatırken sen üzüleceksin diye onlar utanıyor. Senin evladın parçalanan ben sadece dinliyorum diyorsun içinden. Dudaklarını ısırarak… Sen de göğe bakmayı öğreniyorsun. Göğe bakıp yutkunmayı karşılıklı susmayı öğreniyorsunuz. Gözyaşları her zaman dışarı akmaz, göğe bakarken karşılıklı ağlıyorsunuz. Ve yine kederini dağıtmaya çalışan onlar oluyor. Biri gelip elini tutuyor. “Çok üşümüşsün” diyor ısıtmaya çalışıyor. Şaka yapıyor. 34 evladını yitirmiş bir köy sen onların hikayesine kederlenme, onların hikayesine ağlama diye seni güldürmeye çalışıyor.

Acılar yarıştırılmaz. Doğrudur. Yarıştırmamak gerekir. Ve sanmayın ki bu satırları yazanın hiç acısı yok. Herkes başkasının acısına kendi yarasından doğru bakar… Tam da bu yüzden ve kendimden biliyorum böyle bir acı yok. İnanın böyle bir acı yok. Ve bu devlet 34 kişiyi göz göre göre öldürdüğünü kabul edip sorumluları ortaya çıkarmadığı sürece de böyle bir utanç olmayacak…

Not: İnsanın zenginliğini paylaşması kolay iştir asıl zor olan yoksulluğu paylaşmaktır. Üç gün boyunca bizimle yoksulluğunu ve yoksunluğunu paylaşan, başımızı her kaldırdığımızda sıcak bakışlarını ve dokunuşlarını gördüğümüz, bizi rahat ettirmek için elinden gelen her şeyi yapan ve bizi mahçup eden tüm Roboskililere teşekkürler.