Gezi eylemleri sırasında medyanın halini ahvalini konuşurken İmc tv Yeşil Bülten editörü Utku Zırığ “Onur diye bir şey var yahu. Polis insanların üzerine gaz bombası atarken bir gazeteci nasıl burada durum sakin diyebilir” demişti. Evet onur diye bir şey vardı. Ama Gezi eylemleri sırasında birçok gazeteci, medya kurumu bu onur sınavından çaktı. Ve bütün bunlar milyonların gözünün önünde yaşandı. Gözler gördü, kulaklar duydu. Medyanın bütün suskunluğuna rağmen halk ayaktaydı ve doğal olarak kendinden haberi vardı. Ve ilk defa hesap sordu. Haber alma hakkına sahip çıktı. Çok da güzel çok da iyi oldu.

Bu ülkede muhalif basın kurumları dışında birçok medya kurumunda çalışan insanın gerçek anlamıyla gazetecilik yapamadığını ve sansürü “Alo Fatih” tapeleriyle öğrenmedik. Sansür bu ülkede bütün iktidarların silahı oldu. Sermayedarların elindeki medya kurumları da mermi…

“Alo Fatih” tapelerinin ortaya çıkmasından sonra Fatih Ataylı’da katıldığı programlarda göğsünü gere gere sansür olduğunu anlattı. “Ya ne sanıyordunuz” dedi. Bu ülkedeki 20 onurlu gazeteciden biri olduğunu söyledi. Tesadüf bu ya Altaylı’nın bu sözlerini de gene Utku aktardı. O bana Altaylı’nın sözlerini okurken ben onun aylar önce söylediği “Onur diye bir şey var” sözlerini hatırladım. Altaylı’da “onur” diye bir şey olduğunu hatırlamıştı ama aradan yıllar geçtiği için yanlış hatırlamıştı.

Evet Altaylı haklı… Medyada sansür yeni değil. Kirlilik yeni değil... Ama Başbakan’ın doğrudan kurduğu “Alo Fatih” hattıyla haberleri engellemesi artık vahamettir.

Bu hale nasıl gelindi? Niye gelindi? Kim getirdi? Bu hale gelinene kadar neden susuldu? Bu sorular çoğaltılabilir ama 5N1K bile gazeteciliğin halini ahvalini anlatmaya yetmez. Yine de yakın tarihimizden birkaç örnek verelim. 19 Aralık’ta 20 hapishaneye eş zamanlı yapılan katliama “Hayata Dönüş” denip, 30 kişinin ölümüne “Sahte Oruç Kanlı İftar” denilerek gelindi. Roboski’de 34 kişi savaş uçaklarıyla katledildiğinde saatlerce susulduğu için gelindi mesela. 12 yaşında 13 kurşunla öldürülen Uğur Kaymaz haberlerde ‘terörist’ diye tanıtılınca gelindi. Muhalif medya kurumlarında çalışan gazetecilerin gözaltına alınıp tutuklanmasına “ama onlar da…” denilerek gelindi. Tecavüze uğrayan kadının tecavüze uğraması değil etek boyu manşet yapılınca bozuldu ahlak.

Bu hale böyle böyle gelindi. Yavaş yavaş… Ama bu hale gelmeyen her ne pahasına olursa olsun onurdan ödün vermeyen gazeteciler vardı ve hala varlar. Onlar 19 Aralık ‘ta bir katliam yapıldığının haberini hem de bütün tehditlere rağmen yapanlar, yazısını yazanlardır. Onlar, Pozantı’da tecavüzü, Gezi’de vahşeti, Reyhanlı’da ihmali, annesinin eteklerinde taşıdığı Ceylan’ı, 12 yaşında Uğur’un “terörist” değil çocuk olduğunu yazanlardır. Onlar Roboski’ye “operasyon kazası değil katliam” diyenlerdir. Onlar işsiz kalma, gözaltına alınma, tutuklanma pahasına haberin peşinde koşanlardır. Onlar Ümraniye Cezaevinde öldürülen tutukluların cenazesi için “Bu haberi mutlaka ben izlemeliyim arkadaşlar” diyenlerdir.

Onlar koca koca holdinglerin o koca odalarında oturmadılar. Oturmadılar diyorum oturamadılar demiyorum. Çünkü bir tercih yaptılar ya gazetecilik yapacak ya da onurlarını satacaklardı, satmadılar. Küçük kiralık evlerde oturdular, işlerine kırık dökük arabalarıyla ya da otobüsle gittiler, ay sonunu zor getirdiler. Tutuklandılar, hapis yattılar, öldürüldüler… Ama onurlarına sahip çıktılar. Gün geldi kapı önüne kondular ama yine de hiçbir iktidar onlara “Alo … “ diyemedi. Patronların ya da iktidarların kölesi olmadılar. Hesap cüzdanlarında bol sıfırlar ya da çil çil altınları olmadı ama alınları hep ak oldu. Bu yüzden hep örnek oldular. Gazeteciliği de onlardan öğrendik, öğreniyoruz…

O yüzden biliyoruz ki gazetecilik Fatih Altaylı’nın dediği gibi “Ben gidersem gazete kalır mı emin değilim” demek değil “bu gazete böyle çıkacağına hiç çıkmasın” deyip ceketini alıp çıkabilmektir…

Çünkü Onur diye bir şey var. Gazetecinin onuru meslek ahlakıdır o meslek ahlakı da halka doğru haber verme zorunluluğudur. Gazeteci birilerine karşı sorumludur lakin o sorumluluk Başbakan’a karşı değildir. Gazeteci Roboski’de katır sırtında taşınan ölülere karşı sorumludur. Gazeteci döve döve öldürülen Ali İsmail’e karşı sorumludur. Gazeteci Gezi’de gözü çıkan, sakatlanan insanlara karşı sorumludur. Gazeteci Reyhanlı’da 52 ölünün ardından kollarını havaya kaldırıp isyan eden anneye karşı sorumludur. Gazetecinin görevi 3 yaşındaki cansız bedeni babasının sırtındaki çuvalda eve dönen Muharrem’i başka Muharremler ölmesin diye haber yapmaktır. Gözaltında kayıpları duyurmaktır başka kayıplar olmasın diye. Yolsuzlukları kayırmak değil başka yolsuzluklar olmasın diye duyurmaktır.

Mutlu ve gamsız azınlıktan olma isteği gazetecilikle bağdaşmaz. Trilyonluk evlerde, limitsiz kredi kartlarıyla yaşayan ya da yaşamak isteyen bununla mutlu olacak insanın işi değildir gazetecilik yapmak. Gazetecilik huzursuz ve sorusu bol insanın işidir. Ve bu soruları Başbakan’a, Bakana, patrona, valiye yani yanıt alacağınız yanıt vermesi gereken herkese halk adına sorarsınız. Kabarıp duran yolsuzluk dosyalarına, üç yaşındaki ölümlere, tecavüzü aklayan mahkemelere sorularınız yoksa yaptığınız şey gazetecilik değil, mal varlığınızı koruyabilmek, ihtişamınızı devam ettirebilmek için ruhunuzu satmaktır.

Medya zor durumda malum. Gazetecilik can çekişiyor. Lakin mesleğini ve gazetecilik ilkelerini savunan gazeteciler hala var. O zaman umut da var demektir.

Aynaya baktığında gördüğün suretten memnun kalmaktır gazetecilik. O surete bakacak iç huzurunun, yüzünün olmasıdır.

Bizim hala yüzümüz var. Bizim hala çok sorumuz var ve bu soruları halk adına sormaya soruşturmaya, öğrenmeye, anlatmaya, yazmaya devam edeceğiz. Çünkü; Onur diye bir şey var.

Not: "Alo Başbakan Artık Yeter!" demek için Pazar günü saat 15:00’de Cağaloğlu’nda buluşup İstanbul Valiliğine yürüyeceğiz. Bir maniniz yoksa siz de gelirseniz güzel eylersiniz.

Twitter: @leylaalp