“Yazacak, anlatacak, söyleyecek
O kadar çok şeyimiz var ki aslında…
Ama kime yazacaksınız
Kime söyleyeceksiniz
Kime anlatacaksınız.
Kulakları sağır zamanın,
Gözleri kör
Dili lal…“
İsmail Şimşek

Depremin ilk günü bölgedeki tanıdık eş dost, kim varsa onlara ulaşma telaşı içerisinde telefonlara sarıldık. Karşıdaki telefon zilinin çalması, ”alo” demesi ilk etapta bir rahatlama getiriyor. Ulaşamadıklarımız ise kaygılarımızı artırıyor. Televizyon karşısında çaresiz bekleyiş, olayı kavrayabilme uğraşı içinde izlediklerimiz dehşet verici.

1992 Erzincan Depremine birlikte yakalandığımız arkadaşım Adnan’ın Antep’te olduğunu hatırlıyor ve endişeyle arıyorum. Telefondaki ses. ” Erzincan'ı düşün onu ikiyle çarp, yok yok daha fazlası. Bu deprem bu yıkım çok daha fazlası “diyor.

Bir tanıdığın annesi, abisi, yengesi ve iki yeğeninin enkaz altında olduğunu öğreniyoruz. Ne diyecek, nasıl teselli edeceğiz, nasıl yardımcı olacağımızı bilmeden evlerine gidiyoruz. Kuzey Kıbrıs'ta Hataylı, Gaziantepli ne kadar çok…Tanıdık bir an önce gitme telaşında ama yok gidemiyor, ha deyince olmuyor. Yok, bilet yok uçuş yok, yer yok vs. Gidebilse elleriyle kazacak enkazı, kurtaracak yakınlarını. Çekip çıkaracak annesini, kardeşini yeğenlerini, onların komşularını. İslahiye’yi kurtaracak. Bir gidebilse sanki İslahiye’yi eski haline döndürecek.

Depremin üzerinden 40 saatten fazla geçen bir zamanda hala gidememişti, telefon elinde, gözü ekranlarda. Bir anda enkaz başındaki kalabalık içerisinde diğer kardeşini görüyor umut ile çaresizlik bir arada sanki. Kendisi olmasa da Ahmet çekip kurtarır umuduna kaptırıyor kendini ama Ahmet’in çaresizce yardım bekleyişi, bir vinç bekleyişi, çaresizliğinin, sessizliğinin fotoğrafı oluyor adeta. Ahmetler enkaz başında çaresiz, oraya İslahiye’e, Hatay'a, Kahramanmaraş'a, Malatya'ya gidemeyen kardeşler televizyon başında çaresiz.

Deprem bütün yıkımıyla evlerimizin içinde. Kurtarılan her can yeniden umutları yeşertiyor. Umut oluyor. İçimizi parçalayan feryatların, ağıtların yerini umudun alışı nasıl bir “oh” çekmedir, nasıl bir mutluluktur, ne kadar çok ihtiyaç var buna. Oysa çektiğimiz “oh” yerine "of" “offf” ve hep yürek sızlatan cinsten…

Enkaz altından çıkarılan bir yavrunun “n’oluyor ya, n’oluyor” şaşkınlığını bir toplum olarak hepimiz yaşıyoruz adeta. Binlerle ifade edilen yıkılan binaların enkazın altında ne kadar insanımız var. İlk deprem herkesi uykuda yakalamış. Yerle yeksan olan binalardan ne kadarımız kendini dışarıya, hayat gailesinin içerisine attı ne kadarı hala enkazın altında…

Dil; insanların duygularını, düşüncelerini bildirmek için sözcükler ya da işaretlerle yaptığı anlaşma, öteki kişilerle iletişimi sağlayan ortam olarak tarif edilir.

İnsanlar öbek öbek, konuştukları diller de çeşit çeşit. Dünya üzerinde 7000 kadar dilin olduğu gerçeği bir yana sadece iki dil konuşuluyor. Sadece iki dil…

“Bence dünyada sadece iki ulus vardır, zenginler ve yoksullar” demiş ya Maksim Gorki, iki ulus varsa iki dil vardır. İki dil, biri yoksulların ezilenlerin, enkaz altında kalan ve onların yakınları depremzedelerin dili. Diğeri bu dili bilmeyenlerin, bu dili konuşmayan “beyzadelerin” dili. ”Dilleri var bizim dile benzemez”.

Oysa şimdi aynı dili konuşmanın zamanı “dayanışma” dilini konuşmanın zamanı olmalıydı sadece. Deprem olur olmaz ilk yardım ekipleri her enkazın başında işe başlamalı kurtarılan her can umudumuz olmalıydı. Değil kentlerimiz hala hiçbir haber yapılmayan yüzlerce köyde, her yerde enkaz başındaki bir öğretmenin feryat içinde dediği gibi “devletin sıcak eli” uzanmalıydı. Var mıydı böyle bir el, varsa ne zaman görecektik. Ne zaman şimdi değilse ne zaman?

Sendikacı dostum İlhan Karakurt’un dikkatinden kaçmamış. Televizyon ekranlarındaki iki dile bir enkaza dikkat çekmiş.

Her saat başı, değişik sıfat ve suretleri ile devlet yetkilileri televizyon kanallarından açıklama yapıyor: 'deprem bölgesinde ulaşılmayan bir yer kalmadı. Devletimizin tüm kurum ve kuruluşları görevlerini yerine getirmek için seferber olmuş durumdadır'.

Bölgeden yayın yapan televizyon muhabirleri canlı yayında gördüklerini 'yutkunarak' söylüyorlar: Depremin 42. saatinde Habertürk muhabirinin söyledikleri; "Ulaşılmayan bina sayısı ulaşılan bina sayısından çok daha fazla. Hatay, bir 'hayalet' kent gibi. Ana caddenin her iki yakasındaki binaların büyük bir kısmı yıkılmış. Enkaz içerisinden 'yardım' sesleri geliyordu. Ama bu sesi duyacak kimse yoktu ortalıkta. Caddenin üzerinde, Tek başıma yürürken enkazların içinden gelen bu seslerden İrkildim. Ayak seslerimi duymasınlar diye- ki yardım beklentisine girecekleri endişesiyle- ayaklarımın ucuna basarak sessizce yürümeye başladım"...