İnsanlığın yaşadığı son salgın hastalık olan covid- 19 ile dünya genelindeki bilanço korkunç boyutlara varmış durumda. Vaka sayısı (bugün itibariyle) 132 milyon 800 bin, vefat sayısı ise 2 milyon 878 bin.

 Hemen belirtmek gerekir ki, yaşanan covid-19 pandemisi ne kadar korkutucu bir hastalık olsa da, bu kadar kısa sürede bu kadar fazla vaka ve ölümler olmayabilirdi. Zira covid-19 pandemisi, içinde yaşadığımız toplumsal koşulların tüm eşitsizliklerini, adaletsizliklerini, tüm yönleriyle çirkinliklerini ve hoyratlığını en ince detaylarına kadar gözler önüne sermiş durumda. Yıllardır neoliberal masallarla tek çarenin ''pazar'' olduğunu ve ancak özelleşerek güzelleşebileceğimizi anlatan tekerlemelerin çöküşene de tanık olduk böylece. Virüsten kurtulmak için büyük umutlar beslenen, adeta eteklerine sarılınan kapitalist devletler (özellikle, ABD, İngiltere, İtalya) ise birçok konuda ''özelleşmişti'' ve doğal olarak da böylesi bir krize karşı hiç hazırlıkları yoktu. Böylelikle covid-19 pandemisi, batı merkezci, kapitalist modernleşme anlayışıyla kurulan bir uygarlığın kendisi ile insanlığı da yok oluşa sürüklediğini oldukça net olarak göstermiş oldu.

Kapitalizm bir meta uygarlığıdır. Her şeyi metalaştırır, paralılaştırır, şeyleştirir. İnsan ve toplum yaşamının tüm özelliklerini metalaştırır, birer ticaret nesnesi, parayla alınıp satılan şeyler haline getirir. Canlı olan ne varsa ölü metalara dönüştürür. Yani kapitalizmde metalaşmamış olanın bir varlığı, bir değeri veya önemi olmaz.

Kapitalizmin bir diğer özelliği, üretimle ihtiyaçlar arasındaki bağın kopmuş olmasıdır. Yani üretim, kullanım değeri değil, değişim değeri için yapılır. Zaten kapitalizmin krizleri de burada başlar. Üretim pazarda satmak, kar etmek amacıyla yapılır. Artık üretimin birinci amacı, insan ihtiyaçlarının karşılanması gereği değildir. Dolayısıyla, insan ihtiyaçlarıyla kapitalistlerin ürettiği mal ve hizmetler arasındaki bağ, ancak dolaylı olarak pazarda (piyasada) kurulur. Asıl amacın doğrudan insan ihtiyaçlarını karşılamak olmadığı koşullarda üretim ihtiyaçlara yabancılaşır doğal olarak. Sonuç olarak, üretim topluma yabancılaşır ve deyim yerindeyse toplum karşısında özerkleşir. Pazar için, kar amaçlı üretim de giderek sermaye üretimi, sermayenin yeniden, yeniden üretimi biçimini alır ki, bu da üretim için üretim demektir.

Covid-19 aşı üretimi, kullanımı, dağıtımı veya paylaşımı konusunu ele aldığımızda kapitalizmin yukarıda anlatmaya çalıştığımız ayırt edici özelliklerini daha net görüyoruz diye düşünüyorum. Örneğin ilk kez üretilen covid-19 aşılarından Almanya patentli Biontech'in 750 milyar euro parasal bir hacme sahip olduğu ve bunun garantisi için patentleştirildiği bilinen bir gerçek. İşte tam da bu nokta, dünyanın her yerinde ortak üretilip bütün insanlara ücretsiz sağlanabilecek bir aşının patentleştirilerek belli ilaç ve kimya şirketlerinin milyarlar kazandığı bir nevi ''sıvı altın''a dönüştürüldüğü bir nokta olduğu gerçeğini ortaya koyuyor.

Dünya Sağlık Örgütü, aşı uygulamalarının dörtte üçünün dünyadaki zenginliğin yüzde 60'ına sahip 10 ülkede gerçekleştiğini, 2,5 milyar nüfuslu 130 ülkede tek doz aşı yapılmadığını, salgına karşı tüm dünyada eş zamanlı mücadele verilmezse salgının başlangıç noktasına dönülebileceğini belirtiyor.

Covid-19 aşısını üreten kişi veya firmalar, 1955'te bulduğu çocuk felci aşısına, onun insanlığın malı olduğunu söyleyerek ve dudak uçuklatacak bir serveti elinin tersiyle iterek patent almayı reddeden Jonas Edward Salk örneğini unutmuşa benziyorlar.

Birilerinin devamlı ''hepimiz aynı gemideyiz'' teranelerini duymayanımız yoktur. Bir yanda aşıyı nüfusundan fazla stoklayan ülkeler, öte yandan henüz bir tek aşı bile görmemiş ülkeler...

Hepimiz aynı gemide miyiz acaba? Yoksa hepimiz aynı fırtınalı denizde ama farklı teknelerde miyiz?