Yazıya başlamadan önce bir şey söyleyeceğim.

Bizim Başbakan’ın büyük siyasi sorunları çözmekte zorlandığı aşikâr ama Erdoğan’ın benim gibi onun siyasetine karşı olanların bile sevdiği “vicdanlı delikanlı” bir yanı da vardır.

Bir başbakanın “vicdanı” büyük olaylarda bazen sükût edebilir, lakin “küçük” olaylarda o“vicdana” geniş bir yer açılır.

Rica etsem Başbakan’ın danışmanları bizim bugünkü gazeteyi Erdoğan’a gösterseler de şu bizim manşetteki oğlana mümkünse bir sahip çıksa.


“Beni dövüyorlar”
 diye karakola sığınan bir çocuk insanın içini acıtıyor.

Biliyorum, böyle “tek bir hayatı” kurtarmanın “anlamsızlığını” vurgulayacak, herkesin kurtarılması gerektiğini söyleyecek çok insan vardır.

Ben, Malraux’nun lafını çok severim, “Bir hayat hiçbir şeydir ama hiçbir şey bir hayatdeğildir”.

Belki de o çocuğa bir gelecek yaratılır, şerden hayır doğar, dayaktan kaçan çocuk belki de çok başarılı olacağı bir hayatın başlangıcını yaşar.

Bu karmakarışık ortamda belki bir çocuk kurtulur.

Hayata genellikle geniş perspektiflerden bakıyoruz.

Sorunlar büyük ve insanların topluca daha iyi bir yaşam düzeyine çıkabilmesi için ortak ve büyük çözümler aranması gerekiyor.

Ama bazen de kameralarınızı tek hayatlara “zumlamanız” bize gerçekleri daha iyi anlatır.

Çünkü o tek hayatlarda sorunların çözümlerini gösterebilecek ipuçlarına rastlayabilirsiniz.

Sorunu daha iyi kavrayabilirsiniz.

Biliyorsunuz bizim ülke “iş yasaları” konusunda “kara listeye” düşmüş durumda, burada işçilerin şartları çok ağır.

Böyle “genel” bir anlatımla söylediğinizde yaşanılan acılar, o genel anlatımın içinde yeterince gözükmüyor.

Bir de o işçileri tek tek düşünün.

Buz tutmuş bir gölde beş saat yardım gelmesini bekleyen işçileri düşünün.

Onların son saatlerini.

Gittikçe azalan güçlerini, soğuğun bedenlerine işlemesini, ümitlerini son âna kadar kaybetmemeye çalışarak bir buz parçasına tutunarak hayatta kalmaya çalışmalarını.

Buza tutunan ellerin morarıp katılaşmasını.

Tutunacak güçlerinin tükenmesini.

Ve suya gömülerek hayattan kopuşlarını düşünün.

Tuzla tersanelerinde ölen işçileri düşünün.

Bir patlamayla bedenlerinin kavrulup alev almasını...

Yanarak ölmelerini.

İskelelerden düşüşlerini, son duydukları sesin kırılan kemiklerinin olmasını.

O tersanelerde ölümün onları beklediğini bilmelerine rağmen “burası kapanırsa aç kalırız”korkusuyla o tersanelerin bu haliyle çalışmaya devam etmesini desteklemek zorunda kalışlarını...


“İnsafsız bir piyango”
 gibi ölümün hangi gün kime çıkacağını beklemelerini...

Ailelerini, karılarını, evlatlarını, uzakta kalan köylerini, bekâr odalarındaki yalnızlıklarını, akşam vakti usulden tutturdukları kederli türküleri bir düşünün.

O zaman anlarsınız “işçiler” dendiğinde insanlardan söz edildiğini.

Onların yoksulluğunu, çaresizliğini kavrarsınız belki.

Her ay onlardan yaklaşık elli tanesinin “iş kazalarında” hayatlarını kaybettiklerini düşünün.

Her ay başladığında, o ay elliye yakın işçinin bir iş kazasında, bazen bir iskeleden düşerek, bazen alevler içinde kalarak, bazen boğularak, bazen parçalanarak öleceğini bilmenin ne demek olduğunu, bir toplumun böylesine bir gerçeği bilmesine rağmen aldırmamasını düşünün.

O zaman, “zenginleşen” bu ülkenin “zenginleşemeyen” kesimlerinde neler olduğunu anlayabilirsiniz belki.

Elinizde tuttuğunuz paralardaki gizli kan lekelerini görebilirsiniz.

O işçilere kimse sahip çıkmıyor.

Şartlar öylesine korkunç ki o işçilerin kendileri bile kendilerine sahip çıkmıyorlar, “açlıktan”korktukları için bir “ölüm piyangosuna” gönüllü katılıyorlar.

Tuzla tersanelerinin, şartlar düzelene kadar kapatılmasını, işçilerin hayatlarının güvenceye alınmasını isteseniz önce orada çalışan işçileri bulursunuz karşınızda.

Öyle bir hayat veriyoruz ki o insanlara, “ölüm ihtimalini” kabul etmek zorunda kalıyorlar.

Tabii daha da dehşet verici bir gerçek var.

Eğer bu ülke Kürt sorununu yaşamak zorunda kalmasaydı, sadece savaşa harcanan paralarla bu ülkenin işçilerinin hayatları kurtarılabilirdi.

Savaşa bugüne kadar 400 milyar dolar harcandığı söyleniyor, bu parayla işçilerin ölmeyeceği şartlar yaratılabilirdi bu ülkede.

Savaş, sadece dağdaki insanları değil bu ülkenin bütününü vuruyor.

Henüz “insanın” herşeyden daha kıymetli olduğunu kabul edecek bir düzeye erişemedik, insandan“daha kıymetli” o kadar çok şey var ki “insana” dönüp bakan yok.

Ve, tabii bir de bizim birkaç gündür haberini yaptığımız “huzurevleri” gerçeği duruyor hayatımızın loş köşelerinde.

Sahipsiz yoksul ihtiyarların sönük lambalı odalarda yataklarına “bağlandığı” o huzurevleri...

Kimsesizlik, çaresizlik, bütün kemiklere yayılan yorgunluk, hoyrat görevlilerinin ittirip kaktırması, geceleyin zorla yataklarına bağlanmaları...

Tek tek bütün bu insanları düşündüğümüzde çekilen acıların ne olduğunu anlayabiliriz.

Ve artık anlamalıyız bence.

Bizim aldırmazlığımız onların hayatına mal oluyor.