İki gündür Bodrum, Gümüşlükte’yim. Latife Tekin’in ve çalışkan ekibinin vahasında, hep birlikte yoktan var ettikleri Gümüşlük Akademisi’nde. Edebiyatseverlerle birlikte doğayla iç içe, üç güne sığdırmaya çalıştığımız yoğun bir edebiyat maratonuna çıkmış durumdayız!

Etrafın sakinliği, İstanbul’da bıraktıklarımı neredeyse aratmayacak cinsten.

Hele o trafik!

Burada kendimizi bıraktığımız edebiyatın engin sularında, ağaçlar, horozlar ve esintisi hiç bitmeyen Myndos rüzgârında yaşama dair unutmuş olduklarımızı yeniden gözden geçirme, hatırlama ve yaşamla buluşturma noktasındayız.

Atölyeye başladığımız gün olan 21 Haziran’ı, yaşamlarımızın en uzun gününün 2012’ye denk düşen bu kesitini ‘Zamanın içersinde neredeyiz?’ sorusuyla karşıladık. Herkes kendi 21 Haziran’ını, o uzun güne denk düşen geçmişi kaleme alırken, ne tuhaf, Gümüşlük’ün altındaki ‘şimdi ve hep orada kalacak olan’ antik kalıntılara söyleyecek pek de bir söz bulamadık. Eski ile yeninin, geçmiş ile şimdinin insan yaşamındaki hükmü, değeri, etkisi bu yüzden bulanıklaştı.

Ancak biz yine de kendi tarihimizin 21 Haziran’larında bazen hayali bir tilki sürüsünün peşine takıldık, bazen erken başlayan bir doğuma gittik, kimi zamansa karşı tepeleri çalmış yeni binaların bulanık gururuna takıldık. Zorla uyutulmaya çalışılan çocukların geçmek bilmez ikindilerine el attık, büyümenin ne olduğunu o uykulara mahkum hallerimizle düşünmeye çalıştık, Müzeyyen Senar’ın bir öyküye saklanacak olan sesine kulak verdik, konuşmalarımızı yerli yersiz bölen horozun sesine takıldık.

Myndos’un eşliğinde tüm bunların hemen hepsi yazıldı, okundu ve yeniden yazıldı!

En çok Orhan Kemal’i, Nahit Sırrı Örik’i, Virginia Woolf’u, D. H. Lawrence’ı ve Katherine Mansfield’i andık bu buluşmada. Onların zamansızlıklarına, zamansızlıklarının edebiyatla bütünleşen seslerine, bizlere fısıldadıklarına baktık. Bu seferki 21 Haziran onların sembolleri, karakterlerine yükledikleri, yaşamdan çaldıkları ve sonsuza bıraktıklarıyla büyüdü, hacimlendi. Orhan Kemal’in Çikolata öyküsünde endişelenince kırmızı kurdelesi sararan kız çocuğunun peşine takılmamız ve öyküdeki caddenin bozuk parkelerinden geçen mavi Desoto’nun tozunu hep birlikte yutmamız bu yüzdendi. Lawrence’ın kahramanı Mabel’la birlikte dibi çamurlu o göle düşmemiz, orada bir süre nefessiz kalışımız da. Mansfield’ın Ölü Albay’ın Kızları’ını düşünmemiz, düşünmemiz, düşünmemiz.

Belki bu yüzden 2012 senesinin 21 Haziran’ı yaşamımın neredeyse en uzun günüydü! Sabaha karşı 4’te başlayan bir yolculukla Gümüşlük’e uzanan zihnim, İstanbul ve Bodrum’dan gelen birbirinden değerli katılımcıların ‘en uzun’ günleriyle birleşince bir sürü olay örgüsü, kahraman ve çocukluk anılarıyla uzayıp giden bir serüvenle zenginleşiverdi.

Edebiyat atölyelerine her zaman sıcak baktım. ‘Atölyelere devam edince yazar olunur mu?’ sorusunu ise cevapsız bırakmayı yeğliyorum. ‘Edebiyatı solumak bazen her şeydir’ demek bu sorunun yanıtı değil elbette. Ancak bazen edebiyatı solumak her şey anlamına gelebilir. Gümüşlük Akademisi bunu bana yeniden hatırlattı. En uzun günde, o güne saklanmış bir de en kısa gece öyküsü olduğunu, bu öykünün çocukluğumdan kalan sihirli bir cibinlikle bambaşka hayallere taşınabileceğini de bu sayede keşfettim.

Gümüşlük’ten, o cibinlikle yeni sabahlara uyandığım Myndos’tan hepinize selamlar.