Hava, ortalama bir yaz başlangıcında ortalama bir İstanbul günü kadar sıcaktı. Ne daha az ne daha çok. Çoğu insan, gösterdikleri siyasi iradenin üzerine çekilen keyfi veto çizgilerinden rahatsız olduğu için oradaydı. Bazı insanlarsa, sadece haklı ve haksızı ayırt edebildikleri için.

Siz mesela, katli hükümdarlarca sevap sayılan bir topluluğa gururla dahil olarak, onlarla beraber, “Yaşasın halkların kardeşliği!” diye bağırdınız mı hiç? O İstanbul gününde bağıranlar oldu; yanlarında da, sizin hep “beni temsil edecek bir vekil yok ki” hissiyatıyla, elinize vura vura verdiğiniz oylara nazire edercesine, seçmeninin ellerine vurdurmamaya iman etmiş vekilleri duruyordu.

Aklıma gelmişken, hiç sizinle birlikte cop yiyen bir vekiliniz oldu mu?

26 Haziran 2011, bu ülkenin fazlaca hasarlı kolektif hafızasına, zaten bilinen ancak bilinmiyormuş gibi davranılan pek çok noktanın altının kalın çizgilerle çizildiği gün olarak kazındı. Tarihe not olsun: Semtlerden Şişli’ydi, verilen oyların bir başka adaya alenen peşkeş çekilmesine itiraz eden bir kalabalık Taksim Meydanı’na yürüme çabasındaydı. Yanlarında İstanbul’un üç seçim bölgesinde ve Mersin’de yüz binlerce oy alarak seçilmiş, bu ülkenin “dokunulabilen”, hatta suratlarının ortasına biber gazı da sıkılabilen milletvekilleri vardı.

Aklıma gelmişken, temsilciniz olmakla kalmayan, bizzat yol arkadaşınız/yoldaşınız olan, polis şiddetine karşı sizinle birlikte direnen vekilleriniz oldu mu hiç sizin?

Hava, ortalama bir yaz başlangıcında ortalama bir İstanbul gününün ihtiva edeceğinden çok daha fazla “gaz”a bulanmıştı. Kadınlar ve erkekler yan yana durmaya çalışıyor, bu ülkenin kolektif hafızasına çabucak “unutturulması” gereken yeni bir gün daha kazınıyor, İstanbul, yapım ve yayını polis tarafından icra edilen bir yarı-savaş alanına ev sahipliği yapıyordu.

Hak arama gayesiyle bir araya gelen binlerce insan, “h-a-k” gibi fevkalade sakıncalı üç harfin yanından geçmek şöyle dursun, kendisini polisin kontrolsüz şiddetinden sakınmak için yoğun çaba göstermek zorunda kalıyordu.

Ortalama bir İstanbul gününde “hak”, yerlerde yarı baygın halde yatan insanların ve gözün gözü görmediği sokakların arasında kayboluyordu. 

Aklıma gelmişken, kimyasal silah sayıldığı için Birleşmiş Milletler tarafından savaşta dahi kullanımı yasaklanan gaz bombalarını sizinle birlikte soluyan, sizinle birlikte nefesi kesilen, sizin “engellenmiş” nefesinize nefes katmaya çalışan vekilleriniz oldu mu hiç sizin?

Hava, ortalama bir yaz başlangıcında ortalama bir İstanbul günü kadar sıcaktı. Ne daha az ne daha çok.

“Alın lan canımızı, ölümden öte köy mü var?” diyordu Sırrı Süreyya Önder…

Bu korkutucu günlerde bazı insanların işte böyle vekilleri vardı. Bu otoriter günlerde dahi umut, yaşayacak bir yer buluyordu, bulacaktı kendisine.

Umut, darmaduman olmuş bir caddenin ara sokaklarına kaçışan, birbirlerine tutunarak ayağa kalkan insanların inatçılığında, öfkesinde, direngenliğinde yaşayacak bir yer buluyordu kendisine…