Bir tarafta Türkiye’nin her yanında çırpınanlar vardı, kardeşçe el uzatmak için…

Bir tarafta Türkiye’nin her yanında kusanlar vardı, zehirli dil uzatmak için!

Oysa, Van’da, Erciş’te deprem olduğunda Elazığ da sarsılır…

İstanbul, Ankara, Adapazarı, Trabzon da yaralanır.

Sakarya, Kocaeli, Avcılar yıkıldığında, Diyarbakır da yarılmıştı, Van da!

Sakaryasporlu Tatangalar ile hemşerileri Gaffar Okkan’ın da takımı olan Diyarbakırspor’un kardeşliği öyle mirastır mesela.

99 Büyük Depreminin dayanışmacı kardeşliği bu toprakların esas çimentosudur; yüzsüzlere, densizlere, insafsızlara, insanlıktan nasipsizlere, pusulara, mayınlara, infazlara, linçlere, sıradan faşizmlere inat.

Allah’tan o kadar çokuz, öyle kalabalığız, ruhumuzu besleyen öyle başka duygular miras edinmişiz ki…

Çocukları da yutan yarılma üstüne ırkçı, faşizan, nefret dolu kusmuklar, bu iklimin inadına iyilikleri arasında, gübre gibi toprağa karışıyor.

Onlar zehir saçarken, umudumuzun da ısrarla beslenmesi belki o yüzden!

 

 

***

 

Bir baba kendi cesedini evladına sığınak yapabildiyse…

Sokaktaki bir Salih Çalış, enkaz altına girip üç üniversiteli genci çıkarabildiyse ve dördüncüsünü çıkaramadığı için yanıyorsa…

Bütün dünya bir çocuğun o içleri delen son bakışına kilitlenip donabiliyorsa…

Türkiye’nin dört yanından ama zorunlu ama gönüllü koşan, yardım koşturan varsa…

Bizim de bu ülkeye dair umudumuz bitmez.

Deprem kimlik sormaz; ama dayanışma, insanlık, destek, yardım, paylaşma da kimlik sormaz.

Kimlik soran; kimlikler üstüne nefret, nispet, misilleme konduran; mermi sıkan kadar acıtır bu toprakların ruhunu.

Salyaları, hepimizin iç kanamasına dönüşür.

Onların kalpsiz, vicdansız, insansız milliyetçilikleri, “nasyonal nefretleri” yanında; dünyanın her köşesinden yardım koşturan bir Afrikalının, İsraillinin (reddetmek de ne ayıp!), Arabın, Yunanlının, Avrupalının, Hintlinin, Pakistanlının “enternasyonal kardeşliği” daha bizdendir; böyle zamanlar kabak gibi ortaya çıkarır.

 

 

***

 

99’da devrin Cumhurbaşkanı, “Bizim altımız çürük” diyebilmişti utanmadan; onca yıl bu ülkede başbakan değilmiş; Sakarya’nın verimli, yumuşak topraklarına, kendi deyimiyle “patates tarlaları”na fabrikalar dikip çok katlı, çürük, mantar gibi konutlara yol veren başkasıymış gibi.

O gün Milliyet’te anında “Esas, üstümüz çürük bizim” diye yazmıştım.

Üstümüz yine çürük elbet; deprem fonları nerede, yardım ve enkaz kaldırma organizasyonu neden gecikmeli, ekmek ve su ve çadır neden yok; neden üniversite, yurt, hastane çöküyor hemen… hepsi onun parçası.

Yine de, bir başbakanın, birkaç saat sonra, gece karanlığı, Erciş enkazı arasında görülebilmesi bir tesellidir.

Sınır ötesi”ne asker yollayan bir başbakanın, esas kendi sınırları içindeki acı gerçekle hemen yüzleşmesi önemlidir.

 

***

 

Sosyal medya”ya düşkün bir cumhurbaşkanı da, bu toprakların bitmeyen büyük acılarından biriyle daha sarsılırken, bir öncekindeki “İntikam” lafının nerelere kadar çekilebildiğini umarım bu vesileyle daha iyi anlar.

Ne cumhuriyetçilik…

Ne demokratlık…

Ne millet olma bilinci…

Ne halkçılık…

Ne inanç dünyası…

Hepsinden ötesi, ne de insan olmak…

Türk-Kürt ayırmadan; yoksullukların, yoksunlukların, imkansızlıkların, ihmallerin kadim depremiyle çoluk çocuğun üstüne çöken betona, kerpice, demire, dama; çöken soğuk ve kara def çalıp “İşte intikam” diye kusabilmeyi kaldırabilir!

Bırak orada üniversitede, yurtlarda, kamu görevlerinde, kışlalarda yurdun her yanından gelip bulunanları…

Enkaz altındaki, insandır be!

Yüreğin dokunamıyorsa bile, üstüne basma, usulca kenardan geç!

 

***

 

Yapmayın be çocuklar!