Çok ama çok kritik bir seçim olduğunu en sıradan insanın bile reddetmediği 14 Mayısta yapılacağı söylenen seçim ülke gündeminin en yoğun konusu. İnsanların işsizliği, sefaleti, çaresizliği, daha beteri umutsuzluğu yaşamının kendisi olarak gördüğü bu koşullarda 14 Mayıs tarihi bir umut olarak görülmektedir. Çünkü devletleşmiş ve devletin bütün olanaklarını kullanan, bürokrasiyi, orduyu ve polisi kontrol altında tutan, istediği zaman sokağa salabileceği kendi çekirdek taraftarına sahip olan, medyanın ciddi bir bölümünü yöneten, manipülasyon ve operasyon yapma yeteneği çok güçlü bir iktidarın karşısında halk desteğini arkasına alamayan ve direnmeyi değil beklemeyi salık veren bir muhalefet ülke insanını bu kadar çaresiz hale getirdi maalesef...

 Elbette demokrasi ve özgürlükler için direnişlerin olmadığını söylemek istemiyorum. Ekonomik ve sosyal hakları için direnen işçilerin, emekçilerin, özgür akademik- demokratik eğitim ve öğretim için mücadeleye devam eden akademisyenlerin ve öğrencilerin, çevre katliamına karşı sürekli sokakta olan demokratik ve sivil toplum kesimlerinin mücadelesi, ülkenin hemen her gündemi hakkında duyarlılık gösteren ve toplumu sokak eylemleri dahil uyarma görevini yerine getirmeye çalışan başını HDP'nin çektiği emek ve özgürlük ittifakının itirazları görmezden gelinemez. Sadece bu hakikat için bile emek ve özgürlük ittifakının bu seçimde çok güçlü bir şekilde desteklenmesi gerektiği yeterince açıktır. Ancak ülke nüfusunun kahir ekseriyeti açısından baktığımızda bu itirazların yeterli olmadığı ayrı bir gerçeklik.

 6'lı masanın muhalefet anlayışının pasif, atıl, umut ve heyecan yaratmaktan uzak ama asıl önemlisi rejimin olağanüstü karakterini görmezden gelerek bütün siyaseti sandığa sıkıştıran, halktan, kitlelerin efsanevi gücünden korkan karakteri toplumu bu hale getirdi dersek hiç yanılmamış oluruz.

 Hiç uzağa gitmeye gerek yok. Anayasa'daki açık hükme rağmen Erdoğan'ın adaylığını bir mücadele başlığına, bir anayasa ve hukuk savunusuna dönüştüremeyen, maç esnasında rakibin hakem gibi davranarak istediği zaman kuralları değiştirmesine suspus olan bir muhalefetten bahsediyoruz. (17 Nisan 2017 halk oylamasında 3,5 milyon mühürsüz zarfların seçimin bitmesine 1,5 saat kalmışken geçerli sayılması gibi).

 Bu söylediklerimizi Kemal Kılıçdaroğlu şu cümleler ile meşrulaştırmıştı:

''Diyelim ki ses çıkardık, nereye gidecek? YSK'na (Yüksek Seçim Kurulu). O üyeleri atayan kim Erdoğan. Verdiği karara kim itiraz edecek? İtiraz edeceğin hiçbir yer yok. AYM (Anayasa Mahkemesi) bile bakmıyor bu karara.''

 Şimdi bu sözlere ne demeli? Maça baştan 1-0 mağlup başlamayı ve rakibinin gücünü kabullenmek değilse nedir? Yani eğer iktidarın hukuk tanımazlığı bizzat hukukun ortadan kaldırılması nedeniyle hukuki mücadelenin konusu yapılmıyorsa, yapılamıyorsa ve siyasi mücadele böyle bir kabullenmenin üzerine inşa ediliyorsa iktidarın ülkeyi serbest ve güvenli seçimlere götüreceği, seçimi kaybettiğinde barışçıl bir devir teslim yapması mümkün mü?

 Krizin en fazla derinleştiği, AKP'nin tarihindeki en güçsüz, en zayıf haliyle gireceği önümüzdeki seçimde bile gitmesi garanti değilse bunun en büyük nedeni muhalefetin bugüne kadar onun zayıflığını, yönetemezliğini, kırılganlığını gösterecek, meşruiyetini sarsacak etkili bir hamlesinin olmamasıdır. Dolayısıyla AKP güç gösterisi yapmaya muhalefetin kifayetsizliği sayesinde devam edebiliyor. Diyebiliriz ki, iktidarın hayatı yaşanamaz hale getiren ve baskısını iliklerine kadar yaşayan sokaktaki bir insanın bu konudaki siyasi bilinç düzeyi 6'lı muhalefeti yönetenlerin seviyesinden daha yüksektir.

 Bugün Türkiye'nin en kritik bir seçime gittiği kimsenin hayır diyemeyeceği bir gerçektir. Ancak bir gerçek daha var ki, ülke tarihinde halkın hiç bu kadar siyasal denklemin dışında bırakıldığı, seçim sandığını beklemekten başka hiçbir şey yapmamasının istendiği, meydanların halka kapatıldığı, devamında haksızlığa, hukuksuzluğa karşı halkı siyaset sahnesine davet etmekten böylesine korkulduğu bir seçim atmosferine rastlanmamıştır.

 Sonuç olarak iktidarın saldırılarına karşı düzen muhalefeti diyebileceğimiz millet ittifakının en az emek ve özgürlük ittifakı kadar cesur ve kararlı olması gerekir. Bilinmelidir ki, iktidarın yönetime geldiğinden bu yana ülkenin içine düştüğü bataklıktan çıkarılmasının yolu ancak emekçilerin siyaset sahnesinde rol almasıyla mümkün olacaktır.

 Not: Bu yazıyı yazıp bitirdiğimde 6'lı masanın seçim programının yayınlandığı haberini okudum. İttifakın programı her ne kadar ayrı bir yazı konusu olsa da, genel olarak çok fazla bir beklentinin olamayacağı biliniyordu. Nitekim yüzeysel olarak bakıldığında bile ülkenin en önemli sorunları Kürt sorunu (anadil sorunu), yerel yönetimler ve demokratik temsiliyet, alevi çocukların din dersi okumama özgürlüğü, İstanbul Sözleşmesi... gibi bir dizi acil demokratik ve sosyal hakları gündemine almayan söz konusu programın yeterince yankı bulmayacağı ortadadır. Ancak demokrasi, özgürlük, eşit ve eşdeğer yurttaşlık, ekonomik ve sosyal haklar için mücadelenin daha yükseklere taşınabilmesi, daha yaşanabilir bir ülke için, içinde debelendiğimiz İslami baskı rejimini bir an önce bir daha gelmemek üzere geride bırakmak için 14 Mayıs'ta en geniş birlikteliği oluşturmak gerektiğini de unutmamak gerekiyor.