Hoca efendi bütün köylüye kendini inandırdıktan sonra sıranın ceplerini doldurmaya geldiğine emindir artık. Sadakaların fakirlere verilmesi gerektiğini söyler, kendisi fakirdir. Zekâtın, evi olmayanlara, yetim ve öksüzlere verilmesi gerekir; hocanın evi yoktur, anne ve babası öleli on yıl olmuştur. Uzatmayalım artık bütün yollar Hoca Efendiye çıkmaktadır.

Köydeki fakirler unutulmuş; yardımlaşma ve dayanışma, Hoca efendiyle özdeş bir gelenek oluşmuş köyde.

Damdan düşüp yaralanmadan kurtulan çocuk için de, yıllar sonra hamile kalan kadın da, ergenlik sivilcelerinden kurtulan genç kız da, sınavı kazanan çocuk da, herkes ama herkes sadakasını hoca efendiye verir. Kendini bu düzen içinde, düzene mecbur hisseder hale gelen insanların kaderini artık hoca efendi belirlemektedir.

Günden güne bu gidişat hoca efendiyi şımartır, hak hukuk tanımaz hale getirir. Aslında bir hukuk vardır, o da kendi belirlediği kurallar çerçevesinde yer bulan bir düzendir. Çevreden çok duyulduğu için demokrasiden, adaletten, hukuktan ve insan hakları terminolojisi terimlerden bahseder. Bu terimlerim en çok kendisi tarafından benimsenmiş, özümsenmiş olduğunu ve en iyi kendisi tarafından uygulandığını sürekli dile getirir.

Hocadan habersiz iyi bir yemek sofraya konmaz, keçi hocasız doğum yapmaz, yeni doğan çocuğa hoca olmadan isim konmaz, bir hayat…

Merkeze oturtulmuş Efendi Hazretleri her işe de burnunu sokmaktan geri durmaz. Ahırlarda, samanlıklarda, kümeslerde, atölyelerde, damlarda hatta küllüklerde neler olmuşsa, hepsini millete o anlatır. Hiç kimse, gerçekleşmiş büyüklü küçüklü işlerden bahsetmez, bilgi veremezdi. İllede Efendi hazretleri açıklayacak.

Günün birinde sadece bir keçisi olan yaşlı kadının keçisi doğum yapacaktır. Her işe gerekli efendi hazretlerini çağırırlar. Hoca efendi keçiyi görür görmez göz koyar. Ancak yaşlı kadının inatçı olabileceğini göz önüne alarak, keçiyi istemekten vazgeçer. Keçi doğurmaya başlayınca, bir, iki, üç, dört, beş… Aklına gelen cinliği hemen devreye koyar. Yaşlı kadına dönüp, “oğlakların dördü çok güzel de, şu sarı oğlak kesinlikle uğursuzluk getirir. Diğer yavruların selameti için bunun buradan uzaklaştırılması gerekir.” der. Yaşlı kadın, Hoca’nın niyetini anlamıştır. Öfkeyle, “aman hocam, bu oğlakların beşi de aynı zarftan, affedersin aynı keçiden çıktı. Uğursuzsa hepsi de uğursuz, uğurluysa hepsi uğurlu olur. Hem dördü uğurluysa, ‘dörde bir’ çoğunlukla uğurlular kazanmış olmuyor mu, soyguncu hoca efendi? Yedin bitirdin köyü de köylüyü de. Şimdi sırada, kendi halinde dürüst ve kendi emeğiyle geçinip, sadece bir keçiye sahip bu yaşlı kadın mı var, efendi.” der.

Hoca, dinle, dürüstlükle alakalı bütün bildiklerini ve bilmediklerini laf cambazı kurnazlığıyla sıralar. Ama yaşlı kadın devam eder: “ Bittin hoca efendi. Bu güne kadar köylüye teker teker anlattım. Hiç biri bana inanmadı. Şimdi yüzüne söylüyorum: Bir sülük gibi kanını emdin köylünün. Din diye bize yutturduğun, sadece senin cebine giden yolun tarifiydi. Biliyordum. Kadrolu değilsin diye emeğimizi böldük, ama sen ekmeğin tamamını aldın. Allah bilir, belki imam bile değilsindir. Okul bile okumamışsındır. Bize bela olarak gönderilmiş bile olabilirsin. Allah bizi böyle sınıyordur belki de.”

Keçinin doğumuna ve devamında gerçekleşen bu diyaloglara tanık olan yaşlı kadının komşusu ve torunu, ara ara “hiç böyle düşünmemiştik” diye kendi kendilerine söylenip, bir hocanın yüzüne bir yaşlı kadının yüzüne bakıyorlardı. Köylünün artık uyandığına kuşkusu olmayan Hoca Efendi, en iyi yolun kaçmak olduğunu anlamıştı. Kaçması gerektiğinde neler yapması gerektiğini yıllar önceden hazırladığı, sonradan ortaya çıkacaktı.

Hoca efendi hazretleri artık itibarının kalmadığını düşünerek, bir daha da ortalıkta görünmedi. Onca mal varlığıyla, il dışında çeşitli yatırımlarla sermayesine sermaye kattığı söyleniyordu.

Hoca efendi hazretleri köydeyken, köylünün soyulması için kendisine en çok yardım edenlere veda bile etmeden ortalıktan kaybolmuştu. Bu yalakalar, hoca efendiden nemalanacaklarını sanmaktayken, oyuna gelmelerine çok öfkelendiler. Bir zamanlar Hoca Efendi Hazretleri dedikleri, Abdullah Hoca’ya, artık ‘Abdoş’ demeye başladılar. Araya araya izini bulduysalar da Hoca Efendi kendilerini tanımadığını söyleyerek, köşkünden attırmış yalakaları.

Bu anıyı yıllar sonra anlatınca, dünyanın küçük olduğunu bir kez daha anladım. Dünya küçük.

Not: Muşlu rahmetli Ahmet amca anlatmıştı bu olayı. Ben de yirmi dokuz yıl sonra aklımda kaldığı kadarıyla kısaca anlattım.