Diyalektik (eytişimci) ve Materyalizm (özdekçilik) sözcüklerinin felsefe sözlüğündeki karşılığı;

''Her türlü gelişmenin genel yasalarını saptayan bilim... Bilimsel dünya görüşü, iki büyük öğretiden meydana gelmiştir. Tarihsel materyalizm ve diyalektik materyalizm. Her iki öğreti de diyalektik olarak bir bağımlılık içindedir ve birbirini bütünler...Diyalektik materyalizm, doğa, toplum ve bilinç olgularını evrensel bir varlık anlayışı içinde bütünler ve bu bütünlüğün aynı çelişme yasasıyla geliştiğini meydana koyar. Bundan ötürüdür ki diyalektik ve materyalisttir. Diyalektik; ''devinim ve gelişme'', materyalizm; ''doğanın insan düşüncesinden bağımsız olarak varlığı'' anlamındadır. Tarihsel ve diyalektik materyalist öğreti, ham ve metafizik yapılı maddeciliği aşıp yeni ve bilimsel birer anlam kazanan diyalektik materyalizmin bağımlılığını ortaya koymakla oluşmuştur. Bu oluşma bilim ve felsefe tarihinde tek ve en büyük bir devrimdir. Bu oluşma sonucudur ki doğasal, toplumsal ve bilinçsel tüm olay ve olgular aydınlanmış, kolaylıkla anlaşılır olmuş, gerçekler meydana çıkmıştır. Bu oluşma sonucudur ki, bilim felsefeleşmiş ve felsefe bilimselleşmiştir, bilim ve felsefe birbiriyle kaynaşarak tek ve bütün bir bilgi olmuştur...'' ( Felsefe Sözlüğü, Orhan Hançerlioğlu, Remzi Kitapevi sayfa 108,109)

Bu konuyu en iyi K. Marks'ın mücadele arkadaşı F. Engels'in Doğanın Diyalektiği adlı eserinde açıkladığını görüyoruz. Kuşkusuz bu görüşlerle Marks'ın da uyum içinde olduğu tartışma götürmez. Engels, öncelikle şunu belirtir: Doğada hiçbir şey değişmez ve durağan değildir, tersine her şey hareket, değişim ve gelişim içindedir. Özellikle doğada üç etmen iş başındadır. Birincisi çoğalma ve ayrışma yoluyla bitki ve hayvan bedenlerinin gelişimini sağlayan hücrelerin bulunması, ikinci olarak enerjinin dönüşümü yasası ve üçüncü olarak Darwin'in evrim teorisine uygun olarak evrimleşme sürecinin varlığıdır. Engels, bilimin verilerini de dikkate alarak doğadaki sayısız değişimlerin karmaşıklığı içinde hüküm süren diyalektik değişim yasalarının, tarihteki olayların görünümdeki olumsallığını yönetenlerle aynı yasalar olduğunu öne sürmüştür. Kısaca Marks ve Engels, doğanın ve tarihsel sürecin diyalektik yasalar tarafından yönetildiğinin deneylerle kanıtlandığını ifade ediyorlardı.

Doğanın ve toplumun diyalektik bir süreç olarak gelişimi düşüncesi Marks ve Engels'in materyalizminde en önemli bir noktadır. Bu nedenle bu tür materyalizm kendini öteki materyalistlerden ayırmak üzere diyalektik materyalizm olarak ayrımlaştırır. Bu anlamda Marks ve Engels'in öncelikli kaygıları arasında kendi diyalektik anlayışlarını Hegel'in diyalektik anlayışından ayırmak olduğunu görüyoruz. Hegel bilindiği gibi bu süreci mutlak düşüncenin öz-gelişim süreci olarak kabul etmişti. Hal böyle olunca diyalektiğin doğadaki ve insan tarihindeki devinimi düşüncenin-idenin deviniminin yansıması veya fenomenal anlatımı olarak kabul ediliyordu. Marks ve Engels bu yaklaşımı doğru bulmadılar. Onlara göre tersini düşünmek gerekmekteydi. Buna göre diyalektik devinim her şeyden önce doğada ve tarihte geçerlidir. İnsan düşüncesinin diyalektik devinimi sadece maddenin diyalektik deviniminin bir yansımasıdır. Düşünce ve maddesellik arasındaki bu evrilme ya da yer değiştirmeyle Hegel'i ayakları üzerinde yerleştirme işini gerçekleştirmiş oldular. Onlar diyalektik yöntem düşüncesini Hegel'den aldıklarını kabul ettiler ve materyalist anlayışlarını da maddeci kuramın daha erken bir örneğine geri dönüş olarak değil, Hegel sonrası materyalizmi olarak nitelemekten kaçınmadılar diyebiliriz.

Marks, doğanın zihinselliğe öncel olması düşüncesini onaylamakla beraber doğayı sürekli insan ile ilişkisi içinde anlamlandırmıştır. Bu ne demektir? İnsan kendini önce doğadan ayırdığı ve yine de kendisi ile doğa arasında bir ilişkinin olduğunu anladığı zaman doğa var olmaya başlar. Bilincin ve özne ilişkisinin doğmasıyla doğa insan için apayrı bir varlık olarak anlam kazanır. Bu, hayvan için söz konusu değildir. Hayvan doğanın içinde ve doğanın bir parçası olarak yaşar. İnsan olmak için insan kendini doğadan ayırt etmeli ve nesnelleşmelidir.

İnsan, kendisinden başka nesneler yoluyla sağlanabilen ihtiyaçları olması anlamında, bu ihtiyaçlarını karşılayabilmek için doğaya yönelmiştir. İşte bunun için etkinlikte bulunması ve çalışması gerekir. Bu sadece herhangi bir şeyi yapması anlamında değildir. Örneğin bir insan eğilip ırmaktan su içebilir, oysa bunu hayvanlar da yapmaktadır. Çalışma, insan doğal bir nesneyi ihtiyaçlarını doyurmak için bilinçli olarak dönüştürdüğü zaman ve bunu yapmak için araçlar ya da aygıtlar kullandığı zaman gerçek anlamda söz konusu olan bir etkinliktir ve bu etkinlikle gerçek manada insan olunur. Şu halde insanın doğayla temel ilişkisi üretici etkinliğidir. İnsan temelde ekonomik bir varlıktır. Bu ekonomik insandan başka bir şey olamayacağını söylemek demek değildir.

Bununla birlikte insan aynı zamanda toplumsal bir varlıktır. Kendi hemcinsleriyle ilişki içinde olması varlığının özüdür. Bu yüzden insanın temel üretken etkinliği doğaya karşı olduğu gibi insanlara da karşıdır. İnsanın üretken bir varlık olması tüm öteki yeteneklerinin önünde yer alır. Bu nedenle Marks'a göre, insan temel olarak düşünen değil, etkin bir varlıktır ve bu etkinlik birincil olarak, maddeye ilişkin üretkenlik etkinliğidir. İnsanla doğa arasındaki ilişkiler dinamik ilişkilerdir. İnsan ihtiyaçlarını karşılamak için üretim araçlarını kullanır. Bu yüzden yeni ihtiyaçlar ortaya çıkar. Bunların karşılanması üretim araçlarını daha da geliştirilmesine yol açar. Üretim araçlarının gelişmesinde her aşamaya karşılık gelen toplumsal ilişkiler vardır. Üretim araçları ve bu toplumsal ilişkiler arasındaki dinamik etkileşim, tarihin temelini oluşturur.

Marks, ''ilk olarak olgunun'' insanın ihtiyaçlarını giderebilmek için gerekli araçların üretilmesi olduğunu söyler. Ama az evvel belirttiğimiz gibi bu durum yeni ihtiyaçlara, bunlar üretim araçlarında  bir gelişmeye, bu da yeni toplumsal ilişki biçimlerine yol açar. O zaman tarihin ilk nüvesi, sözü edilen bu ilk tarihsel olgudur. Yani üretim araçlarının ilk üretilişi olgusudur. Tarih bu açıklanan biçimiyle diyalektik yasalara göre işleyen bir süreç gösterir.

Konuyu biraz daha detaylandıracak olursak, Marksist tarih teorisi, özü maddi olan insanın, yine tümüyle maddesel yapılı doğa arasındaki bir ilişki olarak açıklanması anlamında maddecidir. Fiziksel etkinliği ile ihtiyaçlarını karşılamak için gerekli araçları üreten de insanın kendisidir. Buna göre Marks, ilk tarihsel olgunun, insanın ihtiyaçlarını giderebilmek için gerekli araçları üretmesi durumu olduğunu söyler. Bu durum yeni ihtiyaçlara, yeni ihtiyaçlar üretim araçlarındaki yeni gelişmelere, bu gelişmeler de yeni toplumsal ilişki biçimlerine yol açar.

Böylece tarihsel süreci başlatan ve belirleyen, üretim araçlarının üretilmesi olgusudur. Üretim araçlarının üretilmesi bir takım üretici güçleri gerektirir. Üretici güçler ile üretim araçları arasındaki ilişki üretim ilişkileri olarak adlandırılır. Bir toplumdaki üretim ilişkilerinin toplamı, o toplumun ekonomik yapısını oluşturur. Ekonomik yaşam da toplumsal alt yapıyı oluşturur. Toplumsal alt yapı içinde Marks, özellikle maddi üretici güçleri ve üretim ilişkilerini vurgulama yoluna gider. En ilkelinden en karmaşığına insan tarafından yapılan tüm üretim araçları, doğal güçler ve üretimde yer alan her türlü ilgili nesne maddi üretici güçler kapsamında yer alır. Yaşamlarının toplumsal üretiminde insanlar iradelerinden bağımsız olarak zorunlu belirli ilişkiler içine girerler. Bunlar üretimin maddi güçlerinin belirli aşamasına karşılık düşen olgusal üretim ilişkileridir. Üretim ilişkileri üretici güçlerin gelişmesine ayak uyduramaz olursa toplumda çatışmalar baş gösterebilir. Marks tarafından aynı zamanda üretim tarzı olarak da açıklanan ekonomik yapıda bazı tıkanmalar ortaya çıkabilir. Üretim ilişkileri terimi mülkiyet ilişkilerine de göndermede bulunur. Mülkiyet ilişkileri üretim ilişkilerinin hukuksal anlatımından başka bir şey değildir. Ama genelde üretim ilişkileri emek sürecine katılmış insanlar arasındaki toplumsal ilişkilere göndermede bulunur. Bu şekilde bu ilişkilerin üretim araçlarının gelişme aşamasına bağımlı olduğu açıkça görülebilmektedir. Bu ikisi birlikte ekonomik alt yapıyı oluşturur.

Ekonomik alt yapı üzerinde toplumsal üst yapı olarak, insan topluluklarının politik yaşamı, devlet ve hukuk düzeni, ahlak, din, sanat, felsefe gibi kültür etkinlikleri yer alır. Bu şekilde kültürel üst yapı, ekonomik alt yapıya bağımlı olarak varlık kazanmış olur. Bir başka deyişle ekonomik alt yapı toplumsal üst yapıyı belirlemiş olur. Ne var ki bu belirlenmeyi mutlak biçimde almamak gerekir. Marks da, Engels de bu belirlemeyi ekonomik yapının katı bir yansıması olarak düşünmediklerini açıklarlar. Aslında politik ve yasal yapılar, alt yapı tarafından din ve felsefe gibi ideolojik üst yapılara göre daha doğrudan belirlenirler...

Marks ilk olarak tarih yazımının materyalist temellerden hareket etmesi gerektiğini belirtir. Marks'a göre beş duyunun oluşması bile ''şimdiye kadarki dünya tarihinin sonucudur''. Dolayısıyla dünya tarihi bir anlamda insan yetilerinin gelişmesinin tarihidir. ''Bütün tarih'' Marks'a göre '' duyusal bilinçliliğinin nesnesi olmaya yönelen 'insanı' geliştirme ve hazırlamanın, aynı zamanda kendi doğal ihtiyaçlarına doğru yönelen 'insan olarak insanın ihtiyaçlarını dönüştürmenin tarihidir.' Marks'a göre tarihin kendisi, doğal tarihin gerçek bir parçasıdır, doğanın insanlaşmasının parçasıdır. Bu yüzden Marks ''İnsan doğa biliminin dolaysız nesnesidir.'' der. Aynı şekilde doğa da insan biliminin dolaysız nesnesidir. Çünkü insanın ilk nesnesi duyusallık olarak doğadır. İnsanın duyusal yetileri ancak doğa dünyasının biliminde kendilerinin bilincine varabilir.

Marks materyalist tarih anlayışının yaşamın basit maddi üretiminden başlayan gerçek üretim sürecinin açıklanmasına dayalı bir anlayış olduğunu söyler. Materyalist tarih anlayışı Marks'a göre bu çıkış noktasından hareketle bilinç, din, felsefe, ahlak gibi bütün farklı kurumsal etkinliklerin üretilişini de açıklar ve bu etkinliklerin doğuş ve gelişimlerini izler. İdealist tarih anlayışından farklı olarak materyalist tarih anlayışı her dönem için açıklayıcı bir kategori bulmak zorunda değildir. Bu yüzden de her zaman tarihin gerçek alanında kalır, gerçeğin ötesine geçmez. Pratiği düşünceden yola çıkarak açıklamak yerine pratikten yola çıkarak düşüncelerin oluşumunu açıklar.

Ayrıca Marks'a göre din, felsefe ve başka bütün kuram biçimleri gibi tarihin de itici gücü idealist eleştiri değil, devrimdir. Tarih ''Tin'in idesi'' gibi ''kendi kendisinin bilincine varma''ya dönüşmekle sona ermez. Tersine tarihin her aşamasında maddi bir sonuç, bir üretici güçler toplamı bulunur. Bireylerle doğa arasında ve bireylerin kendi aralarında tarihsel olarak yaratılmış olan bu üretim ilişkileri her kuşağa bir önceki tarafından aktarılan ilişkidir ve bu maddi sonuç da yeni kuşak tarafından geliştirilir. Aynı zamanda bu yeni koşullar yeni kuşağın da yaşam biçimini belirler ve yeni tarihsel duruma bir gelişme sağlarlar. Değişik kuşakların hazır buldukları bu yaşam koşulları ''düzenli aralıklarla ortaya çıkan devrimci çalkantıların mevcut düzenin temelini yıkmaya yetecek kadar güçlü olup olmayacağını da belirler.

Marks'a göre devrim düşüncesinin ifade edilip edilmemesinden çok devrimin koşullarının oluşması, devrimin gerçekleşmesi için itici gücü oluşturur. Bu anlamda da herhangi bir ekonomik yapının devrimci manada değişmesi düşünceden ya da bilinçten değil, maddi koşulların belirlenmesinden doğar. Bu maddi koşullar da her şeyden önce devrimci kitle demektir.

Karl Marks, ''sosyalist insan için dünyanın tarihi denen şeyin tümü, insanın emeği yoluyla insanın yaratılmasından başka bir şey değildir'' der. Marks'a göre sosyalizm insanın olumlu bir şekilde bilincine varışıdır. Komünizm ise insanın kurtuluşu ve iyileşmesi sürecinde tarihsel gelişmenin bir sonraki aşaması için zorunlu olan evredir.

Dolayısıyla Marks tarihi aynı Hegel gibi aşamaları olan zorunlu bir gelişme süreci olarak ele almaktadır ama Hegel'den farklı olarak tarihsel gelişmenin bir sonraki aşamasından bahsetmektedir. Yani geleceğe yönelik bir öngörüde bulunmaktadır. Marks'a göre ''Komünizm yakın geleceğin zorunlu biçimi ve dinamik ilkesidir.'' Sosyalizmde insan doğasının güçleri yeniden ortaya çıkar. İnsan doğası yeniden zenginleşir. Oysa özel mülkiyette bunların önemi tersine dönmüştür. Özel mülkiyette ''herkes başkasının üzerinde dışsal bir egemenlik kurup kendi bencil ihtiyaçlarını doyurmaya bakar.'' Özel mülkiyette ya da kapitalist aşamada insanın ihtiyaçlarına ve bunların karşılanma araçlarında bir yanda incelme olurken, diğer yanda bu bir 'barbarlaşmaya', tam bir ihtiyaç basitliğine yol açar. Karl Marks insanın yalnızca insanca ihtiyaçları değil, hayvani ihtiyaçlarının bile ortadan kalktığını ileri sürer.

Böylece, Marks'a göre, insanların kendi yaşamlarını üretmeleri gerektiği, üstelik de belirli bir biçimde üretmeleri gerektiği için tarihleri vardır. Öyleyse tarihin başlangıcını da insanın ihtiyaçları için üretim etkinliğinde, insanın kendi yaşamını üretmesinde aramak gerekir. Bu durumda Marks'ın tarih tasarımı maddi temeller üzerine kurulu bir tarih tasarımı diye tanımlanmalıdır. Aynı zamanda bu maddi temeller üzerine gelişen bir tarih anlayışı söz konusudur. İşte Marks'ın adına tarihsel materyalizm dediği materyalist tarih anlayışı tarihin tamamen maddi insanın üretim etkinliğiyle biçimlendirdiği bir varlık olarak tasarlamasıdır. Üstelik bu temeller üzerinde aşama aşama gelişen bir süreç olarak tasarlanmasıdır. Tarihin ilerlemesinin aşamalı olarak tasarlanması bu ilerlemenin kendisinin bir gelişme süreci olarak ele alınması demektir.

Materyalizm evrende var olan yegane gerçekliğin madde olduğunu, madde ve maddenin değişimleri dışında hiçbir şeyin var olmadığını savunur. Varlığın fiziki bir nitelik taşıdığını öne süren materyalizm, buna maddenin özünün hareket, enerjinin de gerçekliğin en temel kategorisi olduğu iddiasındadır. Materyalizm, yaşamın da oldukça karmaşık fiziksel ve kimyasal süreçlerden başka hiçbir şey olmadığını savunur. ''Zihin'' ve ''düşünme'', materyalizm açısından beynin bir faaliyetinden ibarettir. Materyalizm, zihnin ayrı bir varlık türü meydana getirmediğini, dolayısıyla maddeye bağlı olarak bilgi ortaya koyabileceğini iddia eder. O, hayat ve düşünce gibi karmaşık süreçlerin daha basit fiziksel ve kimyasal süreçler yoluyla tam olarak açıklanabileceğini ileri sürer.

Marksist materyalizme göre insanlar yapmakta oldukları toplumsal üretim içinde belirli ve kaçınılmaz olan bazı ilişkilere girerler. Bu üretim ilişkileri, maddi üretim güçlerinin belirli bir aşamasına denk gelir. Üretim ilişkilerinin tamamı da toplumun ekonomik yapısını oluşturur. Bu ekonomik yapı bir alt yap, zemin olarak hukuksal ve siyasal üst yapıların üzerinde yükselir. Bu toplumsal bilinç biçiminin karşılık geldiği maddi, gerçek temeli oluşturur. Dolayısıyla maddi yaşamın üretilme biçimi toplumsal, siyasal ve tinsel yaşam süreçlerini belirlemektedir. Bu yüzden Marks; ''insanların yaşamlarını belirleyen onların bilinçleri değildir, tersine bilinçlerini belirleyen onların toplumsal yaşamlarıdır'' der. Marks'a göre nasıl bir insan hakkındaki düşüncemiz, o insanın kendi kendisi hakkında ne düşündüğü ile belirlenmiyorsa, aynı şekilde bir toplumsal-tarihsel dönem de kendi bilinciyle, yani kendi tiniyle (ruhuyla) yargılanamaz. Tam tersine bu bilincin maddi yaşamın çelişkilerinden, üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasında var olan çatışmadan yola çıkılarak açıklanması gerekir.

Marksist materyalizm, gelişmelerin belli bir aşamasında toplumdaki maddi üretim güçleri, o zamana kadar içinde etkin oldukları, var olan üretim ilişkileriyle, yani mülkiyet ilişkileriyle çatışmaya başlarlar. Bu ilişkiler üretim güçlerinin gelişme biçimi olmaktan çıkarak üretim güçlerini engellemeye başlar başlamaz bir toplumsal devrim dönemi gelmiş demektir. Buna göre ekonomik temel olan maddi alt yapının değişmesiyle üst yapı da değişmek zorunda kalacaktır. Burada Marks, üretimin ekonomik koşullarında görülen maddi değişmelerin doğa bilimindeki gibi kesinlik içinde belirlenebileceğini söyler.