AKP'nin muhafazakar, dinci, milliyetçi siyasi stratejisi, toplumu biz ve öteki olarak ayrıştırarak, dışlamış oldukları 'ötekileri' cezalandırmaya yöneltmiştir. Yani 'ceza devleti' deyimi son günlerin en fazla dillendirilen söylemi olmuştur. AKP kendi gibi düşünmeyenleri ceza tehdidi ile sindirmeye çalışarak, bu politikasını otoriterliğinin beslendiği önemli bir kaynak haline getirmiş durumdadır.

Mevcut iktidarın otoriterliğini kendi dinamiklerine bağlamak ve otoriteyi elinde tutan kişinin tek adamlığının bir özelliği olarak görmek belki anlaşılır bir tespit olarak kabul edilebilir. Ancak sınıf mücadelesinin gelinen bu aşamasında sorunun çözümünün eski usul parlamenter sistemde görmenin yeterli olmadığını düşünüyorum. Öyle ki, ana muhalefet partisi liderinin açıklamalarına bakacak olursak vites daha da geriye atılmış durumdadır. Kılıçdaroğlu ''güçler ayrılığının uygulandığı Amerikan başkanlık sistemini konuşabiliriz'' diyerek ülkede toplumsal dinamiklerin bugünkü geldiği düzeyi adeta hiçe saymıştır. En basit olarak sormak lazım; sözüm ona o çok 'demokrat' parlamenter sistemde ülkenin en temel ve en belirleyici sorunu, Kürt sorunu çözülebildi mi? Ya da gerçek manada çözülme sürecine girebildi mi? Hayır. Örneğin, ''parlamenter sisteme yarın geçiyoruz'' dense, HDP ''Kürt sorununu nasıl çözeceğiz?'' dediğinde CHP dahil tüm partilerin cevabı nedir acaba?

Bugün tek adam rejimi dediğimiz cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin çatırdadığını artık iktidarın kendisi de dillendirmektedir. O yüzden de mevcut rejimin bazı ''sivri'' yerlerine kendilerince rötuş yaparak düzeltebileceklerinin hesaplarını yapmaktalar. Ancak görünen o ki, 31 Mart ve özellikle 23 Haziran ağır yenilgisinin paniği içerisindeki AKP-MHP bloğu tüm planlarını mevcut başkanlık rejimini korumak, bunu gerçekleştirmek için de toplumu daha fazla baskı altına almak üzerine kurmuştur.

Kısacası mevcut iktidarın kitlelere verebileceği hiçbir vaadi kalmamıştır, iddialarını ve hikayesini tüketmiştir. Diğer olumsuz gelişmelerin yanında özellikle ekonomik dengelerdeki daralma eğilimleri iktidarı tam manasıyla köşeye sıkıştırmıştır. Öyle ki, mesele yalnızca içinde bulunulan kriz dönemiyle sınırlı olmadığı çok açıktır. Zira AKP yönetimindeki ekonomi tam 10 yıldır yerinde saymaktadır. İşsizlik oranı düşme eğilimine bir türlü girememiş, yoksulluk ve açlık kitlelerin en çok konuşulan gündemi olmaya devam etmektedir.

Bütün bu çözülme tablosuna karşı güçlenen, deyim yerindeyse şahlanan bir muhalefet görüntüsü vardır diyebilir miyiz? Maalesef hayır. Öyle ki, AKP'nin 2019 seçim yenilgilerini CHP, ''halkın değerleriyle buluşan sağcılaşma'' olarak değerlendirerek AKP'nin yıpranmışlığını yeterince hesaba katmayan bir siyasi analiz yapmıştır. Bu ise milyonların oy verdiği bir partinin iktidar adaylığına ciddi manada engel teşkil etmektedir. Daha büyük engel ise, iktidar partisi içindeki bölünmeden, kurulacağı söylenen ''yeni AKP''ler diye tanımlayabileceğimiz İMF partilerinden medet umulmasıdır.

Muhalefetin hem 31 Mart'ta hem de 23 Haziran'da kazandığı başarıyı henüz köklü değişim yönünde somut bir iradeye dönüştürebildiğini veya böyle bir sürece yöneldiğini ifade edemiyoruz maalesef. Oysa bu seçimlerle kendiliğinden de olsa özgürlüklerden yana, herkes için adalet ve hak- hukuk özlemlerinin gerçekleşme sürecinin artarak devam edeceğine dair çok güçlü bir potansiyel açığa çıkmıştı. Kısacası ortaya konulan mücadele yalnızca İBB başkanlığı için değildi. Muhalefet insanların sokak sokak, ev ev çaba göstererek sürdürdüğü mücadeleyi siyaseten iyi değerlendirememiştir. En azından şimdiye kadarki durum bunu gösteriyor. Zaten siyaset, biriken toplumsal enerjiyi dönüştürücü, değiştirici bir alana doğrudan kanalize edecek yol ve yöntemleri bulma becerisidir. Bu enerjinin süreç içinde heba olmasına kimsenin gönlünün razı olacağını söyleyemeyiz.

Geniş kitlelerin sıcak gündeminin işsizlik, zorlaşan geçim koşulları olduğu tartışmasız bir gerçekliktir. Ekonominin daralması, işsizliğin büyümesi, enflasyonun yüksek seyretmeye devam etmesi ve reel gelirleri içten içe oyması, insanların gittikçe artan borçluluklarının ev halkının harcanabilir gelirlerini azaltması, ailelerin yaşam mücadelelerini derinden etkilemektedir. Örneğin toplu sözleşmelerin anlaşmazlıkla sonuçlanması, AKP iktidarının her zamanki gibi grev kırıcılığının yaygınlaşması, kamu işçisine ve memura, emekliye sadaka niyetinde artışlar önerilmesi veya verilmiş olması, toplumun geleceğe dönük olarak beklentilerini daha da olumsuza çevirmektedir. Bu olumsuz gelişmeler toplumda iktidar bloğuna karşı güveni sıfırlamıştır. İşte bu koşullarda muhalefetin asıl görevi, 'tek adamlık'tan çıkış, kararnameler yetkisinin ortadan kaldırılması, yargı bağımsızlığı, eşit yurttaşlık, düşünce, ifade, basın ve örgütlenme özgürlüğünün savunulmasıdır. Bu siyasi yaklaşım ile iktidar bloğunun geriletilmesinde önemli mesafe alınabilir.

Özetle bugünkü ortam, özgürlükler için, eşit yurttaşlık temelinde demokrasi, hak, hukuk, adalet mücadelesi için her zamankinden daha fazla siyasi oluşumların müsait zeminine işaret etmektedir. Bu anlamda siyasetin genişleme yanında, derinlik kazanmaya da ihtiyaç olduğu ortadadır. Bütün mesele, kitlelerin doğrudan katılabileceği demokratik kanalların açılmasının yol ve yöntemlerinin bulanabilmesinden geçmektedir. Bu ise özgürlükçü sol siyasetin yapılıp yapılmayacağına gelip dayanmaktadır.