‘Çocuklar ölümün yoğun bir biçimde farkındadırlar’ der Ursula K. Le Guin. ‘Kendisinin de ölümlü olduğunu, öleceğini anladığı anda çocukluk biter ve yeni bir hayat başlar.’

Ne bir hesap sorma refleksi ne de bir bağışlama cümlesi, Diyarbakır Cezaevi’nin dile geleceğini duyduğumda, ne kadar tuhaf, Le Guin’in bu cümleleri kulaklarımda çınlayıp durdu.
Ne bir sitem ne de gidenlerin ardından söylenebilecekler, Diyarbakır Cezaevi’nin duvarlarına asılı kalmış olanın bir ülkenin geneline yayılabilecek, çocuklukla büyümek arasında bir soru işaretinden ibaret olduğunu düşündüm.
O soru işaretinin soru cümlesi

‘Büyümek bu mudur?’ diyordu sanki.

Bir ülkeyi hızla büyütmenin yolu mahpusluktan mı geçer, mahpusluktaki işkenceden, zulümden? Büyümeyi kavramanın yolu zindanlardan mı geçer? Ölümü böyle seçen, bir sayfayı kapatıp başka bir sayfayı açarken, kısaca yeni hayatına tutsak olarak gözlerini açmaz mı bir kez daha doğarken?
Ne bir isyan ne de çığlık. Diyarbakır Cezaevi’ndekiler unutamadıkları ve soruları yüzünden mi hızla büyüdüler ve bütün bir ülke olarak onlarla birlikte bizler de?
Diyarbakır Cezaevi konuşacakmış. Kanıtlar toplanıyormuş.
Çocuklar, rüyaları başkalarının rüyalarına dönüştüğü zaman mı büyürler? Yüreği taş, vicdanı taş büyükler, onlara işkence ettiği zaman mı serpilip gelişir çocuklar, dar zamanlarda, taş mekanlarda?

12 Eylül’ün çocukları bu küçük anların dar zamanlarında hızla büyüdü. O kadar hızla büyüdüler ki gölgelerine bile sığamaz oldular nihayetinde...

Bu yüzden mi?

Taşlar konuşacakmış. Konuşsunlar. 30 yıl sonra. Çok geç, çok erken. Çok geç, çünkü gidenler gitti. Çok erken, biz geride kalanlar, apolitikler, depolitikler, farklı yollara sapmış olanlar, sapamamış olanlar, sapar gibi yapanlar hâlâ kırığız, dargınız, hüzünlüyüz...

Ancak her şey bir yana gönül şunu dilemek istiyor: Diyarbakır Cezaevi, bir savcının resmi tanıklığında değil, yaşamsal bir tanıklıkla bizlerle konuşsun. Taşların işkenceye karışan sesi, işkenceye uğramışların, yaşamları çalınmışların, çocuk ve genç olamadan büyümüşlerin sesine ses verecek içten bir özürle Türkiye’nin karşısına çıksın. Geçmiş bir intikam, hesap sorma, bedel ödetme ya da tarihi çarpıtma reflekslerinden kurtulsun, bir yüzleşme, birbirine bakma, yaraları şifa ile sarma ve ardından olabildiği kadar sağlıklı bir unutuşa bıraksın kendini. Kısaca yaşama, yaşamın akışına. Gönül bunu istiyor, evet.

‘Bazen çocuklar, annelerinin koynundan bir merminin düştüğü ve bir teğmenin onu görmezden geldiği anlarda büyürler’ diyor Ayhan Bozkurt, 1980’li yılların Çorum’unu anlattığı ‘Barikattaki Çocuk’ adlı kitabında.
Bir ülke apar topar böyle büyüdü. Bizden sonrakiler böyle büyümesin. Böyle öksüz, böyle yarım yamalak, ruhların barikatlarında, böylesine savrulmuş...