Siyaset, kendi sefaletinin içine her gün biraz daha fazla dalıyor.

Biz, Bahçeli’nin “Çakallar” lafına şaşarken, Kılıçdaroğlu o çelebi görünüşüyle fevkalade çelişen bir üslupla Başbakan’a “Ananın” diyerek en arkadan gelip herkesi geçti.

Bütün ülkelerde seçime doğru siyasetin kiri pası artar.

Ama “ananın” düzeyine indiğine pek fazla şahit olunduğunu sanmam.

Kılıçdaroğlu’nun Zonguldak mitingdeki üslubu epeyce sorunluydu ama bence Haberal’a sahip çıkışı “fikriyat” açısından daha da büyük bir sorun yaratıyordu.

Haberal’ın “CHP’nin, Zonguldak’ın ve Türkiye’nin onuru” olduğunu söyledi.


“Valla, o sizin onurunuz Kemal Bey”
demek geliyor insanın içinden; bizim onur ölçümüz daha değişik ve Haberal bizim onurumuz değil.

CHP’nin Ergenekon’la böylesine iç içe girmesi, “demokrasi” isteyenler için CHP’yi bir seçenek olmaktan çıkarıyor haliyle, aksine iktidara gelmesi halinde yapacakları konusunda ciddi kuşkular yaratıyor.

İşte Ergenekon, işte CHP, işte sandık.

Bakalım, “bir azınlık sultasını” silah zoruyla sürdürmek isteyen Ergenekon’a bu halkın “çoğunluğu” oy verecek mi?

Başbakan’la Bahçeli “bozkurt, çakal” kavgasını, Kılıçdaroğlu Ergenekonculuğunu sürdürsün, bu ülkenin ve bu ülkeyi ciddiye alanların daha ciddi sorunları var.

Öyle siyasetçilerin laf çakıştırmasıyla iyileşmeyecek sorunlar bunlar.

Dün, Neşe Düzel’in Profesör Nurhan Yentürk’le yaptığı, muhteşem konuşmayı yayımladık.

Yentürk, AKP’nin en büyük günahlarından birini eleştiriyordu.

Şu korkunç Sayıştay Kanunu’nu.

Nedense hiçbir muhalefet partisinin ilgilenmeye değer bulmadığı kanun.

AKP, yeni çıkardığı Sayıştay Kanunu’yla, Sayıştay’ın devlet kurumlarının harcamalarında “performans denetimi” yapmasını engelledi.

Bu, şu demek, herhangi bir devlet kurumunun harcadığı paraların doğru amaçlar için harcanıp harcanmadığını denetleyemiyorsun.

Yentürk’ün benzetmesiyle söylersek, bir devlet kurumu “Ben yüz bin liraya koltuk aldım” derse, Sayıştay, “Yüz bin liraya koltuk olur mu, sen yüz bin liralık koltuğu ne yapacaksın, böyle bir koltuğa ihtiyacın var mı” diye soramıyor, sadece “Faturası var mı” diye sorabiliyor.

Anlayacağınız “işlemler düzgün olduğu” sürece paraları nasıl ve niye harcadığınız denetlenemiyor.

Yentürk, bu tuhaflığa bir de örnek veriyordu.

Çocuk Esirgeme Kurumu’nun çocuk başına dört bin lira harcadığını söylüyordu.

Buna karşılık Aziz Nesin Vakfı, bir çocuğa bin beş yüz lira harcıyordu ve bu para çocukların sadece insanca bakılmasını değil, yazın “Avrupa’ya götürülmesini” de sağlamaya yetiyordu.

Biz tam bu konuşmayı okurken bir haber geldi.

Adana’da Çocuk Esirgeme Kurumu’na bağlı Sevgi Evleri’nde kalan çocuğa iki bakıcı “kızgın çatalla” işkence yapmıştı.

Bu örnekle, bu gerçek yan yana geldiğinde korkunç bir hakikat çıkıyordu ortaya.

Çocuk Esirgeme Kurumu, kendisine ayrılan bütçeyi çocukları mutlu ve güvenli yaşatacak biçimde kullanmıyordu.

Bunun üzerine biz, “Yetimlerin hakkını kimler yiyor” diye sorduk manşetten.

Yentürk böyle bir söz söylememişti ama onun verdiği rakamlarla, işkenceye uğrayan çocukları birlikte düşündüğünüzde bu hakkaniyetli ve sorulması gereken bir soruydu.

Bunun üzerine dün Çocuk Esirgeme Kurumu, çocuk başına dört bin lira değil iki bin lira harcadığını ve hem Profesör Yentürk’ü hem de bizi mahkemeye vereceğini açıkladı.

Yentürk de karşı açıklamayla, “dört bin” rakamının Kurum’un daha önce açıkladığı “Strateji Belgesi’nde” yer aldığını söyledi.

Bizi mahkeme versinler, bunun için minnettar kalırız.

AKP’nin yasası yüzünden Sayıştay’ın soramadığı hesabı mahkemede sormak imkânı doğar böylece.

Ama o mahkemeye kadar da bu sorunun peşini bırakacak değiliz, Çocuk Esirgeme Kurumu o paraları ne yapıyor, nerelere harcıyor, kadrolaşma politikası doğru mu, kaliteli eleman çalıştırıyor mu, neden çocuk başına dört bin ya da iki bin lira harcayacak imkânları varken bu çocuklar işkence görüyor?

CHP’nin ve MHP’nin de düzeysiz atışmalar yerine bu ciddi sorunun üstüne gitmesini, Sayıştay Yasası’nın, Çocuk Esirgeme Kurumu’nun harcamalarının, sahipsiz çocukların başına gelenlerin hesabını sormasını isterdik doğrusu.

Bu, hem onları düzeysizlikten, hem de çocukları kötü muameleden kurtarırdı.

Gerçek birer parti olurlardı o zaman.

Ama “gerçek” bir parti olmak, ana avrat sövüp, çakal çukal atışmalarına girmek kadar kolay değil, dürüstlük, vicdan ve çalışma gerektiriyor.