Son günlerde “Çıplak arama” vardı, yoktu tartışması yaşandı. Yolu tutukevlerine düşen Milletvekili, yazar, sanatçı kısaca herkes çıplak aramanın canlı tanıklığını yaptılar. Bu insanlar yalan mı söylediler? Neden yalan söylesinler? AKP Grup Başkan Vekili Özlem Zengin çıplak arama olmadığını savundu. TBMM Başkanı bu görüşü destekledi. AKP – MHP yönetimi olmadığını savunan taraf oldu. Yalan söyleyen tarafın hangisi olduğu yorum gerektirmeyecek ölçüde açık.

Çıplak arama eylemi, tutukevlerine yolu düşmüş büyük çoğunluğun yaşadığı açık bir gerçeklik. Yeni bir uygulama değil. Özellikle siyasal tutuklulara, “aşağılamak” ereğiyle yapılan bir uygulama. İnsan onuruna yaraşmayan bir işkence biçimi.

1981 yılı Nisan ayının son haftası içinde bir gün, İstanbul Emniyet Müdürlüğü 1. Şube’den İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı’nın, Selimiye Kışlası Yerleşkesi’ne gönderildik. Aynı gün karakollardan, 1. Şube’den gelen başka tutuklularla birlikte bekleme odasına alındık.

İçimizde 92 gün 1.Şube’de kalmış, işkencenin her türünü yaşamış, ayakta durmakta güçlük çekenler de vardı.

Karakoldan, 1. Şube’de belgelerin (evrakların) işlem görmesinden sonra 4. Günde bir yapıtım, yasak yayın bulundurma ve birkaç yazımla ilgili suçlanmam nedeniyle, oraya gönderilmiştim. Yargılama sonunda bu suçlamalardan aklandım. O gün oraya gelenler arasında, tutuklanma sürecini en kolay atlatanlardan biri olduğumu sanıyorum.

Herhangi bir suçtan karakola alındığınızda ilk yapılan “üst yoklaması” denilen işlemdi. İlk olarak ceplerinizde, üstünüzde neler varsa çıkarılıp bir tutanakla saptanıp küçük bez bir torbanın içine konulurdu. Ondan sonra “nezarethane” adı verilen, karanlık, pislik içinde, oturma, yatma yerler olmayan ya da çok sınırlı olan yerde ifadeniz alınıncaya dek bekletilirdiniz. Bu süreç içinde, tutulduğunuz yerin kapısında kilit olamadan, başınızda bir kollu görevlisi bulunmadan, onun bilgisi dışında kimseyle görüşemez, kimseden bir şey alıp veremezdiniz.

“Herkes donundan başka üstünde bir şey kalmayacak biçimde soyunsun!” buyruğu verdiler. Herkes soyundu. Üzerlerimizde yalnızca donlarımız kaldı. Donumuzun kalmasına seviniyor durumdaydık. Tek tek yanlarımıza gelerek, “Sen neden, hangi suçtan geldin orosbu çocuğu!”, “Sen hangi suçtan geldin şerefsiz”, “Sen hangi suçtan geldin ibne”, “Yüzüme bakma, önüne bak lan !” benzeri suçlayıcı, aşağılayıcı, değersizleştirici sözlerle yanımızda dolaşmaktaydılar. Ağızlarından çıkan en iyi sözcükler bunlardı. Ceketleri, pantolonları, gömlekleri havaya kaldırıp evirip çevirip sözde bir şey var mı diye aradılar. Kimsenin üzerinde bir şey olmasının olanağı yoktu. Arama sonunda kimsede bir şey bulamadılar.

Bekleme salonuna alınan herkes, karakollardan, şubeden günlerce özgürlüğünden yoksun biçimde, kimseyle görüştürülmeden, hiç kimseden bir şey alabilme olanağı olmadan, özgürlüklerinden kısıtlı olarak yaşayarak oraya gelmişti. Kimsenin üzerinde hiçbir araç, bilgi, Selimiye’ye sokulabilecek herhangi bir araç-gereç, belge olmasının olanağı yoktu. Bu gerçeği arama yapanlar, arama yatıranlar da biliyor olmalılardı.

Bu “çıplak arama” değilse, nasıl bir arama yöntemi olabilirdi? Bunlar işkence yapmak değilse nasıl tanımlanabilirdi? Yapılanlar insan hak ve özgürlüklerine yöneltilen işkencelerin bir türüydü.

Selimiye Kışlası’nda tutukluların yargılama başlamadan önce konuldukları yerlerin, Osmanlı İmparatorluğu döneminde atların bağlandığı ahırlar olduğu söylenirdi. Tavana yakın yerlerde buluna birkaç delikten gündüz ya da gece olduğunu, havanın durumunu görerek anlayabiliyorduk.

Bu süreçlerden geçmiş olarak 10 kişi dolayında insan Selimiye Kışlası tutuklama yerinin bekleme salonunda beklerken, içeriye 3-4 kişi girdi.

Devran döner de Özlem Zengin’in yolu çıplak aramanın yapıldığı yerlere düşerse olup olmadığını gözleriyle görüp anlar. Bilmediğini, anlamadığını düşünmüyoruz. Siyasal sistemin tepelerine tırmanma çabası, insanları kendilerine bile yabancılaştırmakta.